cevap – Cennetin Bahçesi https://www.cennetinbahcesi.com Dini Paylaşım Sitesi Tue, 23 Jul 2019 02:34:30 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.0.9 110917297 Ateistin sorularına cevap https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/23/ateistin-sorularina-cevap/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/23/ateistin-sorularina-cevap/#respond Tue, 23 Jul 2019 02:34:30 +0000 http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5730

Sual: Bir ateistin, cevap verilemez sanarak sordurulmuş olduğu soruları şöyledir:
(1- Şeytan, melek, cin, Tanrı ve nazar benzer biçimde şeyleri göstermek mümkün olmadığına bakılırsa hiçbiri yoktur. Aden ve Cehennem de öyledir. Gidip gelen mi vardır?
2- Evrimleşme devam etmekteyken, dine inananların, tutulmuş akıllarıyla evrime nokta koymaları kabul edilemez. Canlı cansız hiçbir oluşum ilk olduğu benzer biçimde değildir. Bir sinek yada bir insan on bin yıl önceki durumunda değildir. Bu evrimleşme inkâr edilebilir mi?
3- “İnsan, Tanrı’ın var etmiş olduğu ufak bir sineği dahi yapması imkansız” diyerek aklını kısıtlamış bir Müslümana, “Senin Tanrı’ın, bir Boeing yapmış olup 500 tonluk aracı, 5000 km yüksekte gezdiremez” diye cevap veren benim benzer biçimde eğitimli, kültürlü insana söyleyebilecek bir şeyin var mı? Hakikaten hepimiz, bizi geri bırakan dinimizden utanıyoruz.
4- Antropologlar 40 m uzunluğunda bir dinozorun 100 milyon yaşlarında iskeletini buldular. Sibirya’da bulunan mamut iskeleti de büyüklüğü ve ihtişamı ile başka bir yakın bulgu. 60 metrelik devasa dinozorlardan, 30 tonluk mamutlardan, bunların kökünü kurutan göktaşlarından niye asla bahis yoktur?
5- Müslümanların geri kalışı dine inanışlarından dolayıdır. Eğer Tanrı diye bir şey olsaydı Müslümanları en ileri seviyeye yükseltirdi. İnsanlar birbirleriyle boğuşmaz, bebekler ölmezdi. Tüm bunlar Tanrı’nın olmadığının açık alameti değil mi?)
CEVAPLAR
Sorulara sırayla cevap verelim:
1- (Melek, cin, şeytan benzer biçimde varlıkları göremiyoruz. Görülmeyen şey yoktur) sözü, fazlaca rahat, fazlaca yanlış, ilme [bilime] de aykırı olan ilkel bir sözdür. Bir şeyin yokluğunu kanıtlama etmedikçe, o şeye yok demek bilimsel değildir. Bir evin arkasında üç şahıs var dense, biz görmediğimiz için derhal yok dememiz ilmî [bilimsel] olmaz. Ateistlerin, en azından, (Göremediğimiz için yok da, var da diyemeyiz) demeleri gerekirdi. Bir kalemde, (Görülmeyen şey yoktur) demek, art niyetin, ateistliğin ürünüdür.

İkinci bir husus, göz tek başına daima bir ölçü olabilir mi? Göz neleri görür, neleri göremez? Görünüşe aldanmamalı. Akıl, fazlaca süre gözün yanlışını çıkarır. Gözle pencereden Güneş’e bakınca, Güneş, bir sini kadar görülür. Fakat akıl, Güneş’in Dünya’dan büyük bulunduğunu söylüyor. Gözümüzün aldandığı açıktır. Meleğe, şeytana, cine, nazara inanmayan, normal olarak, (Ben gözümüzün gördüğüne inanırım. Güneş, top kadar küçüktür) diyemez. Diyemediğine bakılırsa, göz daima ölçü olması imkansız. Görmediği şeye yok diyemez.

Gözle görülmeyen şeylerin yok bulunduğunu söylemek, akla değil, his uzuvlarına [duyu organlarına] tâbi olmak anlamına gelir. Hayvanlar duyu organlarına tâbi olur, insanoğlu ise, akla uyar. İnsanların duyu organları, hayvanlarınkinden daha geridedir. Köpek fazlaca güçlü koku alır. İnsan, bu kadar koku alamaz. Gecenin zifiri karanlığında yarasa benzer biçimde hareket edemez, kedinin görmüş olduğu benzer biçimde karanlıkta göremez.

Mıknatısın manyetik enerjisini gözümüzle göremiyoruz. Fakat demiri çekmesinden mıknatısta bir güç bulunduğunu anlıyoruz. Kumanda âletiyle, TV’yi yada arabayı açıp kapatıyoruz. Kumanda âletinde gözümüzle görmediğimiz bir güç, bu işleri yapıyor. O hâlde, hisse değil, akla kıymet vermek lazımdır.

Lazer ışınlarıyla çeşitli ameliyatlar yapılıyor, demir kesiliyor. Bu ışınları, manyetik dalgaları gözümüzle göremiyoruz. Göremediğimiz için bunlara yok demek akla, ilme uygun değildir.

Bir teldeki elektrik akımını gözümüzle göremiyoruz. Fakat yapmış olduğu işlerden, örnek olarak elimizi dokunduğumuz süre, bizi çarpmasından, içinde cereyan bulunduğunu anlıyoruz. Gözle görmediğimiz için cereyanı inkâr etmek mi gerekir?

Yer çekimini de gözümüzle göremeyiz. Fakat cisimlerin havaya doğru değil de, yere doğru düşmesinden yerde bir çekim kuvvetinin bulunduğunu anlıyoruz. Karanlıkta göremediğimiz benzer biçimde, fazlaca güçlü ışıkta da göremeyiz.

İnsandaki ruh doğrusu can denilen bir varlığı da göremiyoruz. Sadece insanları ayakta tutup hareket etmesini sağlamış olduğu için onun varlığını anlıyoruz. Ölünce, (Canı çıktı) diyoruz.

İyiyi kötüden ve hakkı bâtıldan ayıran insana akıllı diyoruz. Hâlbuki aklı da göremiyoruz. Görülemeyen şeyi inkâr etmek, ilme aykırı bir sapıklıktır. Bu ahmaklığı da, sadece ateist olan yapıyor.

Gözle görülmediği hâlde, mevcut olduğu akılla anlaşılan fazlaca şey vardır. Bazı kimseler, bir şeye bakıp beğendikleri süre gözlerinden çıkan şualar, canlı cansız şeylerin bozulmasına sebep oluyor. Fen, bir ihtimal bigün, şuaları ve tesirlerini daha iyi açıklayacaktır. Nazar gözle görülmez, fakat öteki etki eden şeyler benzer biçimde neticesinden anlaşılır. Toplumda, nazarı değen insanoğlu vardır.

Akıl göze değil, göz akla bağlıdır. Göz her şeyi göremez. Örneğin tecrübeler neticesinde havanın içinde çeşitli gazlar bulunduğunu biliyoruz. Gözümüzle havayı ve içindeki gazları göremiyoruz. Göremediğimiz için, aklımızı göze tâbi kılarak, (Hava ve gaz diye bir şey yoktur, olsaydı görürdük) demek aklı, tecrübeyi hiçe saymak olur.

Bugün fen yöntemiyle suyun, oksijen ve hidrojen denilen iki gazdan meydana geldiğini biliyoruz. Bu gazların biri yakıcı, diğeri de yanıcıdır. Suya bakınca, oksijeni de, hidrojeni de görmemiz mümkün değildir. Hattâ su renksiz olduğundan ağzına kadar dolu bir şişedeki suyu bile göremeyiz. Aklı göze tâbi kılarak, (Şişede su, suda da gaz yoktur) diyebilir miyiz?

Bazı zehirli gazlar, renksiz ve kokusuz olduğundan görülemez ve varlığı anlaşılması imkansız. Tüpteki bir gazın çıkıp da odadaki insanları zehirlememesi için gaza koku katılmaktadır. Bu sayede bir odadaki gazı gözümüzle görmediğimiz hâlde, kokusundan anlarız. Koku yoksa gaz da yok denir mi?

İki biberin birinin tatlı, ötekinin acı bulunduğunu gözümüzle anlayamayız. Gözün vazifesi bu değildir. Gözle ufak mikroplar görülemediği benzer biçimde, fazlaca uzaktaki koca bir insan da görülemez. Göremediğimiz için bunlara yok denir mi?

Göz her şeyi göremediği benzer biçimde, kulak da her sesi işitemez. Sağlam bir kulak, belli bir frekans ve belli bir uzaklıktaki sesleri işitebilir. Şu anda, Ankara’da insanoğlu konuştukları hâlde, biz onları duyamıyor, göremiyoruz. Biz duyamıyoruz diye, onların konuşmadığını iddia edebilir miyiz? Evimiz içinde çeşitli frekansta sesler bulunmuş olduğu hâlde, bir radyo olmadan bu sesleri duyamıyoruz. Biz bu sesleri duyamıyoruz diye, varlıklarını iyi mi inkâr edebiliriz?

Bu bakımdan ateist inkâr etse de, fenne inanan bir insan, göremediği şeyi inkâr edemez. Aslen var olup da, göremediğimiz şeyleri akıl reddedemez.

Bazı gezegenlerin varlığından haberdar değiliz. Bugünkü fen, bu tarz şeyleri anlayamadığı için başka gezegenlerin yokluğu iddia edilemez.

Misalleri çoğaltmak mümkündür. Fenden anlayan bir ateist, bir tek, (Gözümle görmediğim için, cin, şeytan, melek benzer biçimde varlıklar vardır diyemem ve araştırma alanına girmediği için yoktur da diyemem) derse, daha insaflı hareket etmiş olur. Fakat bunu hiçbir ateist demiyor, hepsi de körü körüne Tanrı’ı inkâr ediyor. Hâlbuki, bir yaratıcının varlığını kanıtlama eden sayısız deliller vardır. Bu gerçekleri sadece mutaassıp [bağnaz] ateistler inkâr eder. İnkâr etmesi de akla ve bilime aykırıdır.

Âhirete giden var
Ateist, (Âhirete gidip gelen mi var?) diyor. Evet, âhirete gidip gelen vardır. Yalan söylemediği, dost düşman, dinli dinsiz hepimiz tarafınca kabul edilen, lakabı Güvenli olan biri vardır. Muhammed-ül-emin, güvenilen, doğru söyleyen Muhammed anlamına gelir (sallallahü aleyhi ve sellem). Müslümanlar ve müşrikler, (Bu kesinlikle asla yalan söylemedi) demişlerdi. Adı Güvenli olarak meşhur olmuştu.

(Peygamberim) söylediği süre, bir tek o devrin müşrikleri doğrusu ateistler inkâr etmişlerdi. Müslümanlar da, yalan söylemediğini, hep doğru sözlü bulunduğunu bildikleri için onay etmişlerdi. (Ben aniden Cenneti, Cehennemi ve diğer âlemi dolaşıp geldim) dedi. O devrin ateistleri, (Bu iyice delirdi) dediler. Fakat akıllı insanoğlu, akıllı iş adamı Hazret-i Ebu Bekir gibiler, (O demişse doğrudur) dediler. Müşrikler, imtihana kalkıştılar. (Kudüs’e de gittiğine bakılırsa, Kudüs’teki caminin kaç penceresi, kaç direği var?) diye sordular. Hepsine doğru cevap verdi. Fakat ateistin aklı, inkârla örtülü olduğundan, gene yaratıcıyı kabul edemedi.

Güneş’in, Ay’ın, ağaçların, meyvelerin, hayvanların, balıkların, denizlerin yalanı olur mu asla? Bunlar nereden geldi? Bilimsel bir cevap vermek mümkün mü? Ateist yoktan bir meyve yaratamıyor, sayısız nimetler verilmiş, vereni göremiyor, inkâr ediyor. Yapıt meydanda, Güneş açıkta, yapanını, ustasını inkâr etmekle bunlar yok sayılmaz. İnsan vücudundaki harikaları hangi güç, hangi teknik yapabilir?

Asırlardır, bilim inceliyor, (Hepsi doğrudur) diyor. Bu doğrular, vücudun mükemmel işleyişi kendiliğinden mi oluyor? Bunu bir meydana getiren yok mu? Bunlar, evrimle, devrimle olacak şeyler değildir. Diyelim teknik fazlaca ilerledi, bir karınca yapılmış oldu, fakat can verilemez. İnsan ve teknik fazlaca âcizdir. Ateist Nazım Hikmet, (Turum turum makineleşmek isterim) diyordu. Makine olsan, gümbür gümbür çalışsan ne olacak? Bir çocuk düğmene basıp susturur. Makine insandan iyi mi üstün olabilir? İnsan olmak yerine cansız makine olmak istemek ne kadar basittir. Evrimci de, insandan gelmek yerine, hayvandan gelmeyi tercih ediyor. Ne ahmaklık…

Teknik ve bilim fazlaca ilerlediği hâlde, bırakın bir kuş, bir balık yaratmayı, insan bir domates, bir buğday tanesi bile yaratmaktan âcizdir. O hâlde kâinattaki bu çok büyük işler kendiliğinden iyi mi oldu? Ateist bunu düşünmekten âcizdir.

(Dünya Güneş’ten koptu) deniyor. Güneş nereden geldi? Dünyadaki su, hava, madenler nereden geldi? Kör bir tesadüfün eseri diyemezsin, desen de, ilme aykırı olur. Asırlardır bilim inceliyor, tesadüfle hesaplı kitaplı çok büyük işlerin kendiliğinden bulunduğunu söyleyemiyor. Kendiliğinden, tesadüfen olduğuna iyi mi inanıyorsun? Aklı olan buna şaşkınlık etmez mi? Ateistin biri, bunu meydana getiren bir güç var dese, acaba dinsizliğine bir ziyanı olur mu? Ziyanı yoksa doğrusunu söylemekten niçin bu kadar çekiniyor? O inkâr etse de, mızrak çuvala sığmaz, minareye kılıf bulamaz ve güneş balçıkla sıvanamaz.

İnkârcıların, bu gerçekleri inkâr etmesi yadırganmaz.

(Bilim adamlarının çalışmalarına nokta konmaz) diyor. Noktayı koyan kim de bu şekilde kara çalma ediliyor? Diyelim ki biri noktayı koydu. Bu nokta koymak, bir yaratıcıyı inkâr için geçerli bir sebep olabilir mi? İnsan, hayvan, nebat ve cansız varlıklar, inkâr edilebilir mi? Bunların tesadüfen olduğu söylenebilir mi?

2- Evrimleşme yalanı
Evrimleşmenin devam etmiş olduğu bilimsel değildir. İnsanın iki gözü zaman içinde üçe mi çıktı yada çıkacak? On binlerce asırlar geçti, elde bilimsel ne var ki? İnsan evrimleştikçe gözü yada kulağı mı çoğaldı? Eli parmaksızdı da, beş parmak mı meydana geldi? Maymun benzer biçimde, tilki benzer biçimde kuyrukluydu da, kuyruğu mu koptu? Dişi tilki, adam mi oldu? Adam maymun, dişi maymun mu oldu? Hayvanlarda ve insanlarda bu dişilik erkeklik iyi mi evrimleşti de, arzu edilen biçim meydana çıktı? Niye dişi, yavru yapabiliyor da, adam yapamıyor? Kâinattaki bu çok büyük seviye niye görülemiyor?

Adam maymun, evrimleşerek bir karı mı oldu, yüzünde sakalı evrimleşerek döküldü mü? Dişi maymun, evrimleşti, adam insan mı oldu, yüzünde sakal mı çıktı? İlk maymun adam miydi, dişi miydi? Bir kısmı insan oldu da, öteki kısmı niye maymun olarak kaldı? Bu evrimciler niye insandan değil de hayvandan, maymundan geldiğini savunur? Maksatları bellidir. Bir yaratıcıyı inkâr için, körü körüne bu şekilde safsatalar üretiyorlar. İtalyan bir profesör, yeni bir kuram çıkarmış, insanoğlunun maymundan değil, ayıdan geldiğine dair üç kanıt ortaya atmıştı:
1– Ayı, yavrusunu döverken insan benzer biçimde tokatlar, maymun ise ısırır.

2- Ayı dişisiyle, yavrularının görmediği bir yerde çiftleşir. Hâlbuki maymunda böyle bir durum yoktur. Yavrularının yanında da çiftleşir.

3- Oyuncak dükkânına giden bebekler, ayı oyuncaklarını tercih ederler. Bu deliller insanların ayıdan geldiğini gösterir.

Diyelim ki ateistin söylediği benzer biçimde, devamlı bir evrim var. Maymundan insan oldu, ayıdan ateist oldu. Peki bu evrimleşme kendiliğinden mi oluyor? Bunu meydana getiren biri yok mu? Niye hep pozitif yönde gelişen bir evrim oluyor? Örneğin zaman içinde insanoğlu niye gözsüz kulaksız olmuyor?

Ateistlerin söylediği benzer biçimde, insan, maymundan yada ayıdan geldiğini kabul edelim. Bu ayıyı, maymunu kim yarattı? Bu gerçek iyi mi inkâr edilir? Evrimcilerin hepsi niye gerçek düşmanı? Yoksa kör mü, aklını asla mi kullanamıyor? İlk adam yada dişi maymun nereden geldi? Sudan geldi diyen evrimciler de var. Su nereden geldi? Havadaki gazlar oksijenle hidrojen bilinmeyen bir laboratuvar ortamında birleşti su meydana çıktı. Hava ve havadaki gazlar nereden geldi? Diyelim buna da bir kulp bulunmuş oldu. Evrimciyi ve yalanını ortaya çıkarmamak için, diyelim bunların hepsi hakkaten bu şekilde oldu. Kısaca bir insanoğlunun gözü çoğaldı, başının her tarafı göz doldu, üç beş kuyruk meydana çıktı. Hanımefendilerin sakalı çıktı, adamların sakalı yok oldu. Hepsi gerçekleşti diyelim. Peki, bunlar, bir yaratıcıyı inkâr için bir sebep olabilir mi? Kâinattaki varlıkların kendiliğinden bulunduğunu kabul etmek düzgüsel akıl ve zekâ işi midir? Düzgüsel akıl ve zekâ sahibi, tesadüfen oldu diyenlere gülmez mi? İnkârcılar benzer biçimde komik duruma düşmemeli, bilimsel konuşmalı. Bilim düşmanı olmamalı.

Koca evrenin ve içindeki şeylerin kendiliğinden bulunduğunu söylemek tutulmuş akıl ve zekâ değil mi? Düzgüsel akıl bunu iyi mi kabul eder?

Diyelim ki evrim var. Fakat evrimleşen şey nereden geldi? Başlangıcı ne? Bilimsel bir cevap veremezsen, aklî bir cevap ver! Bu da mümkün değil normal olarak. Fakat sırf bu tarz şeyleri yoktan yaratanı inkâr etmek için evrim diye direnme etmek anormal bir şey değil mi?

İlk oluşum nereden geldi? İlk oluşumu evrimci mi, yoksa devrimci mi yapmış oldu? Bu koca evren, nereden geldi? Güneş’in ışığını söndüremiyorsun, Dünya’yı tersine döndüremiyorsun, sonrasında da bunu yapana kafa tutuyorsun.

Yerin altı, yerin üstü, kendiliğinden mi meydana geldi? On bin yıl ilkin onları kim yarattı? Zaman içinde değişince ne oluyor? Yaratıcıyı inkâra sebep olur mu bu?

3- Dünya mı, Boeing mi ağır?
Ateistin, Müslümana, “aklını kısıtlamış” demesi, tamamen iftiradır. Kısıtlanan ne ki? Niye durup dururken kara çalma ediliyor? Hem kel, hem fodul diye buna derler, hem sinek yaratamıyor, yaratanı da inkâr ediyor. Sinek kendiliğinden iyi mi oldu? Buna ne denir? Aslolan, aklını kısıtlayan kendisi fakat, bu ahmağa, aklı kısıtlanmış demek bile yetersizdir, akılsız demelidir. Aklı olsaydı önündeki eserin bir sahibi bulunduğunu düşünebilirdi.

Dünyanın ağırlığı Boeing’den fazla değil mi? Iyi mi havada uçuruyor onu? Hem de gazı benzini bitmeden? Boeing uçağı havada kaç ay, kaç yıl kalabilir. Yakıtı biter pat diye düşer. Gezegenlerin ağırlığı daha fazladır, iyi mi asırlardır parçalanmadan, gazı benzini bitmeden döndürüyor? Gezegenlerin dönüşü, Ay’ın Güneş’in hareketi ile uçağınki iyi mi karşılaştırma edilebilir. Düzgüsel akıl karşılaştırma edemez. Ateist yapabilir, fakat bu ise gerçek olmaz.

Uçağı meydana getiren, Tanrı’ın yarattığı demir, tahta, boya, çivi, tutkal benzer biçimde şeylerden meydana getiriyor. Hiçbir maddesini yoktan yaratmıyor. Dünya’yı direksiz boşlukta döndüren, içindeki her şeyi de yoktan yaratmıştır. Uçağı meydana getiren ise, Tanrı’ın yarattığı malzemeleri bir araya getirerek yapmıştır, ikisi iyi mi karşılaştırma edilir? Aklı olan karşılaştırma edemez. İkinci ve mühim bir husus da, tayyare mı mühim, yoksa uçağı meydana getiren mı? Uçağı meydana getiren insandır. İnsanı da Tanrı yarattı. Tayyare, söylediğin kadar mühim ise, onu meydana getiren daha mühim değil mi? İnsanı görmeyip de uçağı görmek ne kadar rahat bir şey…

Diyelim teknik fazlaca ilerledi insanoğlu ışınlanarak ABD’ya götürülüp getirilse, yoktan mı yapılıyor? Yoksa mevcut yaratılan şeyler vesilesiyle mı yapıyor? Bu tarz şeyleri meydana getiren insan değil mi? İnsanı meydana getiren kim? Bu tarz şeyleri görememek akıllı insan için mümkün değildir.

Peki, bu koca evren kendiliğinden mi meydana geldi? Neresi bozuk? Kim yapabilir bunu? Teknik bilim şimdiye kadar kaç tane Güneş yarattı? Yaratana ve yarattıklarına bu şekilde hücum etmek bilimsel midir? Yoksa cahilce, ahmakça küfrünü kusmak mıdır?

Yakıcı ve yanıcı iki gazdan suyu yaratması rahat bir şey mi? Yoktan yaratan ve bilimin yapamadığı şeyleri meydana getiren bir güç, niye aniden yaratamasın ki? Aklı olan buna ne der?

Görüyorsun ne çok büyük bir evren. Buna kendiliğinden iyi mi oldu denir ki? Sahipsiz yapıt, sahipsiz mahluk olur mu? Özgür akıl doğrusu ateistin aklı, bu gerçekleri niye kabul edemiyor?

Güneş bir gerçek, Ay bir gerçek, gezegen bir gerçek. Bitkiler hayvanlar bir gerçek. Bu gerçekleri görmemek, (Hepsi kendiliğinden oldu) demek özgür akılsa, o şekilde akla, gerçek akıl sahipleri neler demez ki? Onlar kendiliğinden mi oldu? Niye yaratıcısı inkâr ediliyor?

Dinozoru da, mamutu da yaratanı inkâr etmek akıl işi mi? Aslanı kaplanı kim yaratmışsa, dinozoru da o yaratmıştır. Bunda şaşılacak ne var ki? Birinin neslini tüketmiş, ötekini devam ettiriyor. Bu kadar rahat… Fakat ateist dini inkâr için dinozoru kullanmaya çalışıyor.

Yer altında fazlaca soğuk ve fazlaca sıcak sular var. Her çeşit maden var. Petrol var, organik gaz var. Var da var. Bunlar kendiliğinden mi oldu? İnsanların istifadesi için yaratıldı.

4- Dinozor ve Mamut
Deveyi, fili yaratan, dinozoru da mamutu da yaratır ve yaratmıştır da. Dinozoru kim yarattı? Darwin mi, yoksa İtalyan profesör mü?

Ateistlerin, dinozor ve mamutu, iki de bir gündeme getirmelerinin sebebi nedir? O varlıklar da, öteki hayvanlar da, kendiliğinden olmamıştır. Bunların gündeme gelmesinin sebebi nedir? Kur’an-ı kerimde tüm hayvanlardan ve tüm meyvelerden bahsedilmiyor ki onlardan bahsedilsin. Birkaç örnek verilmiş o denli. Nuh aleyhisselamın gemisine alınan hayvanların da adı yok. Öteki hayvanlardan bahsedilmemesi, bir yaratıcıyı inkâr için bir sebep olabilir mi?

Göklerdeki taşları yaratan kim? Kim koymuş o taşları? Ben kati olarak biliyorum, evrimciler koymadı o taşı. Peki, ateist onların iyi mi yaratıldığını bilir mi? Akla ve ilme aykırı olarak kendiliğinden oldu der. Bu dinozorları kim yarattı?

Peygamber efendimizin binlerce mucizesi görüldü. Parmağından sular aktı, ordu içti bitmedi. Musa aleyhisselamın bastonu sihirbazların yaptıklarının hepsini yuttu. Her peygamber mucize getirdi.

Peygamber, fen adamı değil ki fenden bahsetsin! Peygamberler fenden bahsetmezler, gerekseme olsaydı onları da Tanrı bildirirdi. İhtiyaç kadar olanları da aslına bakarsan bildirmiştir.

5- Müslümanların geri kalışı
Geri kalmışlığın Müslümanlıkla ne ilgisi var? Çalışan kazanıyor. Hristiyanlar fazlaca ileride. Bunun dinleriyle ne alakası var? Japonlar da ileridedir. Çalışan kazanır. Suçu Müslümanlığa bulmak düzgüsel akıl işi değildir.

Kısaca Tanrı çabalamayın, yatın mı diyor? Niye Müslümanlığa kara çalma ediyorsun ki? Çin ileriyse komünist olduğundan mi ileri? Çalışan normal olarak ilerler.

Eski hükümetler azca çalıştı ilerleyemedi, şimdiki birazcık çalışmaya başlayınca, dünya atak ediyor. Geri kalmışlığın dinle ne alakası var? Kim çalışmıyorsa geri kalır. Bunu dine yüklemek insafsızlık değilse nedir? Yalnız kör ateistin toslamasıdır.

Halkı Müslüman olan ülkelerin geri kalış sebebini, ateistler benzer biçimde, Hristiyanlar da Müslümanlığa bağlıyorlar.

İslamiyet, tüm fen kollarında, her çeşit emek vermeyi önemle emretmektedir. Bunlara çalışmak, farz-ı kifâyedir. Hattâ bir İslam şehrinde, tekniğin yeni bulmuş olduğu bir alet, bir araç yapılmayıp, bu yüzden bir Müslüman zarar görürse, o şehrin idarecilerini, âmirlerini, İslamiyet sorumlu tutmaktadır.

İslamiyet bilimsel, tekniği, emek vermeyi teşvik ve emretmektedir. Ateistler ve papazlar, İslamiyet’e alçakça kara çalma ediyor. İslamiyet, (Emek vermeyi frenlemektedir) diyerek, açıkça yalan söylüyorlar. İslam memleketlerinde avladıkları, aldattıkları, bilgisiz, soysuz ajanlara, bolca para ve mevki sağlayarak, onları da, bu şekilde konuşturuyorlar. İlmi ve emek vermeyi emreden, çalışanları öven âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler karşısında, bu alçak, hayâsızca iftiralar, Güneş’i balçıkla sıvamaya benziyor.

İslam dini, ilim, fen, teknik, mimarlık, sanat ve ticareti emreder.

Avrupa, Hristiyanlıktan uzak kalmış olduğu için kalkınmıştır. Hristiyanlık dininin, devletlerin idaresine hiçbir tesiri yoktur. Hristiyanlık kalkınmaya zarar verdiği için laik olmaya çalışmışlardır. Kısaca Avrupalı, Hristiyanlığı devlet idaresine karıştırmamıştır. Esasen Hristiyanlıkta devleti yönetecek kanunlar, kurallar yoktur. Bir muhtarlığı bile yönetim edecek maddelerden yoksundur.

Müslümanların geri kalış sebebi de, dinlerinden doğrusu İslamiyet’ten uzaklaşıp Batı’yı körü körüne öykünmek etmelerindendir. Osmanlı İslâmiyet’e sarılmış olduğu zamanlar, cihan devletiydi. İslamiyet’ten uzaklaşınca, daha doğrusu hainler tarafınca uzaklaştırılınca yıkıldı.

İslamiyet’in emrine uygun çalışan, kâfir de olsa kalkınır. Müslüman da, İslâmiyet’in emrine uymazsa normal olarak geri kalır. İslamiyet’te ilerlemeye mâni olan bir yargı olmadığı benzer biçimde, Hristiyanlıkta da ilerlemeyi emreden bir yargı yoktur. Bozuk İnciller, hikâyelerle doludur, içinde ne uygar hukuka, ne de ceza hukukuna dair madde vardır.

Müslümanların yanlış hareketleri İslâmiyet’e yüklenemeyeceği benzer biçimde, Hristiyanların İslam dininin emrettiği şekilde emek harcayarak teknikte ileri olmaları da, Hristiyanlığa mal edilemez.

Müslümanların geri kalış sebebi, dinlerinin icaplarına uymamalarındandır. Hristiyanların maddî refaha kavuşmaları ise, dinlerinden uzak kalmalarındandır. Müslümanlıkta bilgisiz olan dinden çıkar, Hristiyanlıkta ise, âlim olan Hristiyanlığı bırakır.

Bugün, aklı başlangıcında olan hepimiz, maddî ilim ile fennin ilkin Müslümanlar tarafınca kurulduğunu kabul etmektedir. Batılı ilim adamları da, bunu onay etmektedir. İslam ülkelerine sızarak ve Müslüman görünerek, sözlerini dinletmek imkânını gören bazı İslam düşmanları, ajanlar, provokatörler, fennin yeni buluş ve imkânlarını, yaptıkları yeni silahları anlatıp (Bunlar gâvur icadıdır, bu tarz şeyleri kullananlar kâfir olur) diyerek, cahilleri aldattılar. Allahü teâlânın (Her şeyi öğreniniz!) emrini unutturdular. Bu hâl, Müslümanların ilimde ve fende geri kalma sebeplerinden biri oldu. Batı, yeni alet ve silahlarla üstünlük kazanmıştır. İslam düşmanları, bir taraftan Müslümanları, bu şekilde, aldattılar. Öteki taraftan da, (Müslümanlar fenni beğenmiyor, maddî ilimleri istemiyorlar, Müslümanlık gericiliktir, yobazlıktır) diyerek, gençleri İslamiyet’ten ayırmaya, İslamiyet’i içerden yıkmaya çalıştılar.

Bugün Hristiyanların refah içinde olmasına karşı, Müslüman memleketlerinde bulunan halkın fukara ve perişan olmasına ulaşınca, doğru olan bu keyfiyetin din ile hiçbir alakası yoktur. Aklı başlangıcında olan hepimiz, bugün Müslümanların sorun içinde olmalarında, suçun İslamiyet’te değil, bu dinin esaslarını bilmeyen yada bilmiş olduğu hâlde uygulama etmeyen kimselerde bulunduğunu görür. Hristiyanların fen sahasında ilerlemesine ise, Kitab-ı Mukaddes’in, Tevrat ve İncil’in değil, inanç etmedikleri hâlde, Kur’an-ı kerimin gösterdiği mutluluk yoluna sarıldıkları, böylece kendi çalışkanlıklarının, gayretlerinin, doğruluklarının ve sebatlarının sebep bulunduğunu derhal farkına varır. Bizim dinimizde, çalışmak, dürüst ve sebat sahibi olmak, her şeyi öğrenmek önemle emrolunduğu hâlde, bunu yapmayanlar şüphesiz ki, Allahü teâlânın gazabına maruz kalacaklardır. Yoksa Müslümanların geri kalmalarının sebebi, Hristiyan yada ateist olmadıklarından değil, tam tersine, hakiki Müslüman olmadıkları içindir.

Japonlar Hristiyan olmadıkları hâlde, Kur’an-ı kerimin emrettiği çaba, emek harcama azmi ve dürüstlük neticesi olarak optikte Almanları, otomobil sanayiinde Amerikalıları geçtiler. 1985 senesinde, Japonya’da beş buçuk milyon otomobil yapılmış oldu ve tüm dünya buna şaşkınlık etti. Japon halkı, maddî refah içindedir. Elektronik sanayiinde de, dünyayı geçmiştir. Yalancı misyonerler acaba buna ne derler? Dünyayı kaplayan, Japonların yapmış olduğu bisikletlerin, mikroskopların, bilgisayarların, teleskopların, fotoğraf makinelerinin Hristiyanlıkla bir alakası var mı?

Görüldüğü benzer biçimde dinli dinsiz çalışan kazanıyor, çalışmayan da geriliyor.

Ateist, (Dinimizden utanıyoruz) diyor. Kısaca (Müslümanlar, sizin dininiz utanılacak bir dindir) diyor. Kendi dini yok ki, niye utansın? Güya bizim adımıza utanıyor. Bizim de, utanacak bir şeyimiz yok. Dinimiz, çabalamayın demiyor. Dinimizden niye utanalım ki? Çalışmayanlar ve Müslümanları çalıştırmayanlar, Müslümanlığa kara çalma edenler utansın.

Osmanlı çalıştı, dünya devleti olmuştu. İçimizdeki masonlar ve dinsizler yıktılar. Bu hükümeti de yıkmaya uğraşabilirler. Kabahat dinde değil. Kabahat, çalışıp çalışmamaktadır. Din emek harcama dese, o süre dini suçlarsın. Asla sebepsiz dini suçluyorsun. İnanmanın çalışmaya ne ziyanı olur?

Suçlaman bilimsel değil, tamamen duygusaldır ve maksatlıdır. Sen Ay’a gitmeye kalktın da din engel mi oldu? Kalkınmaya çalıştın da din mâni mi oldu? Dinimizi suçlamaktaki art niyetin ne? Dinin kalkınmaya ne ziyanı olur?

İnsanları boğazla diyen kim? Dinsizler, memleket ilerlemesin diye boğazlıyorlar. Onların boğazlamasını yakıp yıkmasını Müslümanlara niye mal ediyorsun?

Yaratan ile mahluk karşılaştırma olmaz. Tanrı sana bakılırsa mi seviye kuracak? Düzeninde bir eksiklik yok.

Her şeyi yoktan yaratana bu şekilde kafa tutmak, güya ona akıl vermek ne kadar çirkindir. İnsan kul bulunduğunu bilmeli. Yaradan’a kafa tutsa neyi değiştirebilir? Seviye devam eder, (İt ürür, kervan yürür) demişlerdir.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/23/ateistin-sorularina-cevap/feed/ 0 5730
Suallere cevap https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/01/suallere-cevap/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/01/suallere-cevap/#respond Sat, 01 Jun 2019 06:45:35 +0000 Dinimiz>Dinimizde ilmin ve âlimin yeri]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5482

Sual: Türkiye Gazetesi’nde dînî suallere, kırk yılı aşkın, niçin hep aynı şahıs cevap veriyor? Başka bir sual cevap kısmı niye yok?
CEVAP
Bunu merhum Enver abimiz şöyleki açıklamıştı:
(Hocamızın bildirdiğini aynen yazıp, kendinden bir şey ilave etmediği için bu vazife ona verilmiştir. Başka biri olsaydı, kitaplara bakar, Hocamızın tercih etmediği bir kavli söyleyebilirdi. Hocamız onun önüne ışık tutuyor, o da, o ışık yardımıyla eğriyi gerçeği görüyor, itikadı bozuk kimselerin hatalarını buluyor. Bu ışıktan yoksun insanoğlu ise, el yordamıyla, karanlıkta doğruyla hatası anlamaya çalışıyor. Önüne ışık tutulanla, karanlıkta hareket eden, körle gören gibidir, ikisi bir olmaz.)

İşte bu ışık yardımıyla, sorulan suallere cevap verilmeye çalışılıyor.

Her mevzuda, saygın kitaplarda değişik kaviller var. Bir âlimin caiz söylediğine, başka âlim mekruh, hattâ haram diyebiliyor. Bizim bunlar içinde bir tercih yapma yetkimiz yoktur. Biz, otuz yılı aşkın, merhum Hocamıza okuyuculardan gelen sualleri sorduk. Onların tercih edip bildirdiklerini naklettik.

Başka kitaplarda oldukca değişik kaviller var. Biz bir tek Hocamızın verdiği kavli bildiriyoruz. Örneğin, (İmam-ı a’zama nazaran, imam, “Rabbena lekel hamd” demez, İmameyn’e nazaran ise der) deniyor. Bunun birini tercih etme yetkimiz yoktur. Merhum Hocamıza sorduk. İmam-ı a’zamın kavliyle hareket etmemizi söylemişti. Bir genç, hem bizlere, hem de ilahiyatçı bir profesöre, (İmam, Rabbena lekel hamd der mi?) diye soruyor. O da, saygın kitaplardan birine bakarak (Der) diyor. Ikimiz de (Dememeli) demiştik. O genç, (Niye bu şekilde değişik cevap veriliyor?) diye bizi sorguya çekmişti.

İşte bu şekilde değişik cevaplar çıkmaması için, tek bir yerden cevap verilmesi istendi. Eğer değişik kişiler cevap verirse, cevap başka saygın bir kitabından alınsa bile, değişik kavil olabilir. Bu da yanlış anlamaya, hattâ fitneye yol açabilir.

Bu mevzuda bir toplantı yapılmıştı. Gazetemizde dînî mevzularda yazan tüm yazarların, kendilerine gelen sualleri www.dinimizislam.com sitesine yönlendirmesi, kendilerinin cevap vermemesi, var ise değişik cevapların da sitelerinden kaldırılması istendi. Toplantıya katılan Mehmet Said Arvas, Ramazan Ayvallı, Hasan Yavaş, Fahrettin Tacar, Ali Akıllı Osmanağaoğlu, Ahmet Demirbaş, Abdüllatif Uyan ve Vehbi Tülek abiler, kendilerine gelen dînî sualleri aslına bakarsanız aynı yere sorduklarını belirttiler. Radyoda, kitaplarımıza uygun cevap veren Osman Meşhur abinin sitesi www.osman-unlu.com ile www.ramazanayvalli.net, www.huzurpinari.com ve www.hakikatkitabevi.net web sitelerine gelen sualler de otomatikman bizlere havale ediliyor.

Mehmet Said Arvas abi, (Mehmet Ali Demirbaş abi, bana Şâfiî mezhebiyle ilgili sorular soruyor, ben de ona Hanefî mezhebiyle ilgili sorular soruyorum) demişti. Bu şekilde istişare ile meseleler hâlledilip, neticede gazetede ve radyoda tek kaynaktan cevap veriliyor. Bu bakımdan birlik ve beraberliğin sağlanması ve kitaplara aykırı cevap verilmemesi için, başka kaynaklardan cevap verenlere saygınlık etmemelidir.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/01/suallere-cevap/feed/ 0 5482
Bir üniversiteliye cevap https://www.cennetinbahcesi.com/2019/04/05/bir-universiteliye-cevap/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/04/05/bir-universiteliye-cevap/#respond Fri, 05 Apr 2019 10:11:57 +0000 Allah’a iman>Allah’ın varlığına ve birliğine iman]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5210

Seyyid Abdülhakim efendinin, İstanbul’da, Sultan Selim Camii şerifi bahçesindeki, (Medrese-tül-mütehassısin)de tesavvuf müderrisi [ilahiyat fakültesinde, tasavvuf kürsüsü, ordinaryüs profesörü] iken, bir üniversitelinin sualine karşı, yazmış olduğu mektubu, kelimelerini sadeleştirerek, aşağıya yazıyoruz:

Tüm kuvvetinizle, Allahü teâlânın kudreti sahasından dışarı çıkabilirseniz, çıkınız! Fakat, çıkamazsınız. Bu sahanın dışı, âdem diyarıdır. O âdem [yani yokluk] diyarı da, Onun kudreti içindedir.
Bir sırası düşerek, İbrahim Edhemden, biri tembih istedi. Buyurdu ki, altı şeyi kabul edersen, hiçbir işin sana zarar vermez. O altı şey şudur:
1-
Günah yapacağın vakit, Onun rızkını yeme! Rızkını yiyip de, Ona isyan etmek, doğru olur mu?

2-
Ona asi olmak istersen, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, Ona isyan etmek, layık olur mu?

3-
Ona isyan etmek istersen, görmüş olduğu yerde günah yapma! Görmediği bir yerde yap! Onun mülkünde olup, rızkını yiyip, görmüş olduğu yerde günah yapmak, uygun değildir.

4-
Can alıcı melek, ruhunu almaya geldiği vakit, tevbe edinceye kadar izin iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o ulaşmadan önce tevbe et! O da, bu saattir. Zira, Melek-ül-mevt, ani gelir.

5-
Mezarda, Münker ve Nekir ismindeki iki melek, sual için geldikleri zaman, onları kov, seni sınav etmesinler! Soran kimse dedi ki, (Buna olanak yoktur). Şeyh buyurdu ki, (Öyleki ise, şimdiden onlara cevap hazırla!)

6-
Kıyamet günü Allahü teâlâ (Günahı olanlar, Cehenneme gitsin!) diye emredince, ben gitmem de!

Soran kimse dedi ki, (Bu sözümü dinlemezler). Bunun üstüne, o kimse, tevbe etti ve ölünceye kadar, tevbesinden vazgeçmedi. Evliyanın sözünde, rabbani etki vardır.

İbrahim-i Edhemden sordular ki, Allahü teâlâ, (Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabul ederim, veririm) buyuruyor. Oysa, istiyoruz, vermiyor? Cevap buyurdu ki:

Allahü teâlâyı çağırırsınız, Ona itaat etmezsiniz. Peygamberini tanırsınız, Ona uymazsınız. Kur’an-ı kerimi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenab-ı Hakkın nimetlerinden faydalanırsınız, Ona şükür etmezsiniz. Cennetin, yakarma edenler için bulunduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennemi, asiler için yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, öğrenek almazsınız. Aybınıza bakmayıp, başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Bu şekilde olan kimseler, üstlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsin! Daha ne isterler? Dualarının neticesi, yalnız bu olursa, yetmez mi?

[Allahü teâlâ, Mümin suresinin altmışıncı âyetinde, (Yakarma ediniz, kabul ederim), isteyiniz, veririm buyuruyor. Duanın kabul olması için, beş koşul vardır: Yakarma edenin Müslüman olması, Ehl-i sünnet itikadında olması, haram işlemekten, bilhassa haram yemekten, içmekten sakınması, farzları yapması, bilhassa beş zaman namaz kılması, Ramazan oruçlarını tutması, zekât vermesi, Allahü teâlâdan istediği şeyin sebebini öğrenip, bunu araması lazımdır. Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Bir şey istenince, o şeyin sebebini gönderir ve bu sebebe etki kayra eder. İnsan bu sebebi kullanıp, o şeye kavuşur. Evliyasının hatırı için, âdetini bozarak, bunlar yakarma edince yada Evliyayı kiram vesile edilerek yakarma edilince, bunlara (Keramet) olarak, sebebe hacet kalmadan, doğruca istenileni verir.]

Siz, adem [yokluk] diyarından, bu varlık alemine, kendiliğinizden gelmediğiniz benzer biçimde, oraya, kendiniz gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işittiğiniz kulaklar, duygu edindiğiniz organlar, düşündüğünüz zekâlar, kullandığınız eller ve ayaklar, geçeceğiniz tüm yollar, girip çıktığınız tüm mahaller, hulasa, ruh ve cesedinize bağlı tüm aletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. Siz Ondan hiçbir şey gasp edemez, mülk edinemezsiniz! O, hayy ve kayyumdur. Doğrusu, görür, bilir, işitir ve her mevcud şeyi, her an varlıkta durdurmaktadır. Hepsinin idaresinden, hallerinden bir an gafil olmaz. Mülkünü hiç kimseye çaldırmaz. Emirlerine uymayanların cezasını vermekten de, aciz kalmaz. Örnek olarak, Ayda, Merihde ve öteki yıldızlarda insan olmadığı benzer biçimde, bu Erd küresinde de bulunmasaydı, bir şey lazım gelmezdi. Bundan dolayı, büyüklüğünden bir şey eksilmezdi.

Hadis-i kudside buyuruluyor ki:
(Ilkin gelenleriniz, sonrasında gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en mütteki, itaatli kulum benzer biçimde olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım benzer biçimde olsanız, üluhiyyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganidir, Ona hiçbiriniz lazım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtaçsınız.) [Müslim]

Güneşten ziya ve hararet gönderiyor. Aydan ışık dalgaları aks ettiriyor. Siyah topraktan, tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgârdan gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıktaki yıldızlardan, şu çıktığınız, sonunda gömüleceğiniz topraklara nurlar yağdırıyor. Zerrelerinde nice nice titreşimlerle tesirler uyandırıyor. [Bir taraftan, beğenmediğiniz, iğrendiğiniz pislikleri, en küçük, en hakir mahlûkları [mikroplar] vasıtası ile, toprağa çevirip, çiğnediğiniz bu toprakları nebat fabrikasında, vücudunuz makinesinin yapı taşı olan, protein, şu demek oluyor ki yumurta akı maddesi haline döndürüyor. Bir taraftan da gene nebatat fabrikasında, toprağın suyunu, havanın boğucu gazı ile birleştirerek ve içine, semadan gönderilmiş olduğu enerjiyi, kudreti depo ederek, nişastalı, şekerli maddeleri ve yağları, şu demek oluyor ki vücudunuz makinesini işletecek kudret kaynağını yaratıyor.] Böylece, tarlalarda, çöllerde, dağlarda, derelerde, bitirdiği nebatlarda ve yeryüzünde ve denizlerin dibinde gezdirdiği hayvanlarda, midelerinize gidecek, sizi besleyecek rızık, besin hazırlıyor. Akciğerlerinizde kimyahaneler açarak, burada kanınızın zehirini ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor.

Dimağlarınızda, fizik laboratuarları açarak, burada his uzuvlarından, sinirlerden gelen haberler alınıp, demir taşına mıknatıs kuvvetini yerleştirdiği benzer biçimde, beyninize yerleştirdiği akıl ve yüreğinize yerleştirdiği kalb kuvvetleri tesiri ile, aniden, çeşitli planlar hazırlanıp, emirler, hareketler meydana getiriyor.

Yüreğinizi oldukca karışık ve mükemmel dediğiniz tesirlerle, geceli gündüzlü çalıştırıp, damarlarınızda kan nehirleri akıtıyor. Sinirlerinizde, akıllarınızı şaşırtan, nice nice yol şebekeleri dokuyor. Adalelerinizde sermayeler gizliyor. Daha ve daha birçok harikalarla, vücudunuzu techiz ediyor, tamamlıyor. Hepsine fizik kanunları, kimya reaksiyonları ve biyoloji vakaları benzer biçimde adlar taktığınız, bir düzen ve ahenkle, tesis ediyor, montaj yapıyor. Kuvvet merkezlerini içinize yerleştiriyor. Ihtiyaç duyulan tedbirleri ruh ve şuurunuza tersim ediyor. Zihin denilen bir gömü, akıl namında bir miyar, düşünce dedikleri bir alet, irade dediğiniz bir anahtar da, kayra ediyor. Herbirini yerinde kullanabilmeniz için size tatlı, acı ihtarlar, işaretler, meyiller, şehvetler de veriyor. Daha büyük bir nimet olarak, sadık ve güvenilir Resullerle açıkça, yönerge gönderiyor.

Nihayet, vücudunuz makinesini işletip ve tecrübelerini gösterip, maksada nazaran kullanmanız ve istifade etmeniz için elinize teslim ediyor. Tüm bu tarz şeyleri, size ve iradenize ve desteğinize muhtaç olduğundan değil, mahlûkları içinde size ayrı bir mevki, bir salahiyet vererek, mesut ve bahtiyar olmanız için yapıyor. Ellerinizi, ayaklarınızı, kullanabildiğiniz her uzvunuzu, arzunuza bırakmayıp da, yüreğinizin atması, ciğerlerinizin şişmesi, kanlarınızın dolaşması benzer biçimde, sizden habersiz kullansaydı, her işinizde, zorla, refleks hareketleri ile, çolak el, kuru ayak ile yuvarlasaydı, her hareketiniz bir titreme, her kımıldamanız bir siğirme olsaydı, kendiliğinize ve emanetlere malik olduğunuzu iddia edebilir mi idiniz? Sizi, cansızlar benzer biçimde, mütevazi dış kuvvetler tesiri ile yada hayvanlar benzer biçimde, yalnız dış ve iç kuvvetler ile akılsız, şuursuz hareket ettirse idi ve evlerinize taşıdığınız nimetlerden, yük hayvanı benzer biçimde, ağzınıza bir lokma verseydi, onu alıp yiyebilecek mi idiniz?

Doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki halinizi düşünüyor musunuz? Üstünde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip gezdiğiniz, gülüp oynadığınız, dertlerinize ilaç, korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanların ve düşmanların hücumlarına karşı koyacak vasıtaları bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havası, kudret kimyahanesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, asla düşünüyor musunuz?

Bugün, bizim dediğiniz karaların, denizlerden süzülüp ayrılmış olduğu, dağların, derelerin, ovaların, tepelerin döşenildiği vakit, acaba nerede idiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buharlaştırılarak, gökte bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, [çakan şimşeklerin ve güneşten gelen kudret, enerji dalgalarının hazırladığı gıda maddelerini] yanmış, kurumuş toprakların zerrelerine işletip, o maddeler, [ziya ve hararet şuaları tesiri ile] oynayıp titreşerek yaşamın hücrelerini yetiştirirken, nerede idiniz ve nasıldınız?

Bugün kendinize maymun tohumu derler, inanırsınız. Tanrı yaratır, yaşatır, öldürür, her şeyi O yapar derler inanmak istemezsiniz.

Ey insan! Acaba sen nesin? Babanın damarlarında neydin? Bunak, örümcek kafalı, gerici diye hakaret ettiğin babana, vaktiyle damarları içinde sorun verirdin. O vakit, seni oynatan kimdi ve sen onu, niçin rahatsız ediyordun? O, istese idi, seni bir çöplüğe atabilirdi, fakat atmadı. Seni, bir emanet benzer biçimde sakladı. Kucak kucak besleneceğin bir gülşen seray-ı ismete tevdi etti ve nice vakit himayene uğraştı ise, sen niçin sıkıntılarından babanı sorumlu tutarak tahkir ediyorsun da, nimetlerinden ona ve yaratanına bir şükür oranı ayırmıyorsun? Sonrasında sen, emanetini niçin her insanın kirlettiği çöplüklere döküyorsun?

Etrafın, arzu ve emellerine uyduğu vakit, her şeyi, aklınla, ilminle, fenninle, gücünle, kuvvetinle yaratarak yaptığına, tüm başarıları buluş ettiğine inanıyorsun. Hakkın sana verdiği vazifeyi unutuyor ve o yüksek memurluktan çekilme ediyor ve emanete haiz çıkmaya kalkıyorsun. Kendini malik ve hakim tanımak ve tanıttırmak istiyorsun. Öte taraftan, etrafın, arzularına uymaz, dış kuvvetler seni yenik etmeye başlarsa, o vakit da, kendinde özlem ve hüsrandan, acz ve yeisten başka bir şey görmüyorsun. Hiçbir irade ve ihtiyara haiz olmadığını, her şeyin cebr elinde tutsak bulunduğunu ve varlığının, otomatik ve fakat zembereği kırık bir makine benzer biçimde bulunduğunu iddia ediyorsun. Kaderi bir (ilm-i mütekaddim) değil, bir (cebr-i mütehakkim) manasında anlıyorsun. Bunu söylerken, ağzının, gramofon benzer biçimde olmadığını da, sezmez değilsin.

Sofrana, sevdiğin yemekler gelmediği vakit eline geçirebileceğin kuru ekmeği yemekle, yemeyip açlıktan ölmek içinde hür ve özgür bulunduğun ve kuru lokmalar, ağzına zorla tıkılmadığı halde, elini, dilini uzatır, onları yersin. Hem yersin, hem de bir şey yapmadığına yargı edersin. Düşünmezsin ki, elin ve ağzın, gene arzunla oynamış ve bu oynayış bir sıtma, bir titreme olmamıştır. Fakat, bu şekilde zorunlu olduğun zamanlarında bile, iradene malik olduğun halde, seni aciz bırakan, harici kuvvetler karşısında kendini zorunlu, tutsak, hâsılı bir asla bilirsin.

Yahu! İşin yolunda, muvaffakiyet ve muzafferiyet yanında olunca (Hep), işlerin aksi, ters olduğu zamanında ise, kaderin cebri altında oyuncak bir (Asla) diye iddia ettiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, asla misin?

Ey Âdemoğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz! Her halde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz, buluş etmekten, her şeye başat ve galip olmaktan, şüphesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan bir özgürlük ve ihtiyarınız, sizi başat kılan, bir arzu ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmayan bir başat ve mutlak, başlı başına bir malik olan, Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve ortaklaşa vazifeler alan, birer memursunuz! Onun koyduğu ahkam ve düzen ile, Onun atama etmiş olduğu mevkileriniz ve halk edip emanet olarak verdiği salahiyet ve vasıtalarınız nispetinde vazife yaparsınız. Amir sadece O, başat yalnız O, malik gene Odur. Ondan başka amir, Ona benzer başat, Ona ortak malik yoktur. Sizin o denli benimseyerek, hevesle atıldığınız maksatlar, gayeler, giriştiğiniz mücadeleler, sarf ettiğiniz gayretler, duyduğunuz iftiharlar, kazandığınız başarılar, Onun için olmadıkça, hep yalan, hep boştur. O halde kalblerinizde, niçin yalana yer veriyorsunuz da, şirklere sapıyorsunuz? Niçin, benzeri olmayan başat olan, Hak teâlânın emirlerine uymuyor, Onu mabud tanımıyorsunuz da, binlerce, hayal olan, mabudlar arkasında koşuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Her neye koşuyorsanız, sizi sürükleyen bir emel, bir yaşlanmış, bir inanç değil midir? Niçin o emeli Haktan başkasında aramıştınız? Niçin, o imanı Hakka tahsis etmiyor, o ihtiyarı bu imana ve imanın neticesi olan amellere sarf etmiyorsunuz?

Hak teâlânın hâkimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız vakit, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden, Tanrı’ın merhameti, neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakka imanın hâsıl etmiş olduğu kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhameti ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve yıkım de, hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır. Bu da, hukuku kendiniz kurmaya kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarış edebilecek şeriklere tâbi olmanın, hâsılı, halis tevhid ile, yalnız Hak teâlâya inanç etmemenin neticesidir.

Hulasa, insanlığı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakka karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen, ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı, hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanoğlu, birbiri ile sevişemez. Haktan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur. Görmez misiniz, camiye gidenler sevişir, meyhaneye gidenler dövüşür.

Hak teâlâdan başka her neye gönül verseniz, her neye tapınsanız, hepsinin zıddı, mukabili vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve iradesi altındadır. Şeriki, naziri, misli, zıddı, mukabili olmayan, yegane hakim, sadece Hak teâlâdır ve sadece Onun mukabili bâtıldır, yanlıştır ve varlığı mümkün olmayan bir yokluktur.

Hak teâlâdan başka, her neye tâbi olur, her neye tapınır, Onun yerine, her neyi sever ve hakiki başat tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle birlikte yanacaktır. (Seadet-i Ebediyye)

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/04/05/bir-universiteliye-cevap/feed/ 0 5210