Hz. Muhammed – Cennetin Bahçesi https://www.cennetinbahcesi.com Dini Paylaşım Sitesi Wed, 07 Mar 2018 00:21:16 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.0.9 110917297 Hz. Muhammed’i Anlamak ve Anmak https://www.cennetinbahcesi.com/2018/03/07/hz-muhammedi-anlamak-ve-anmak/ https://www.cennetinbahcesi.com/2018/03/07/hz-muhammedi-anlamak-ve-anmak/#respond Wed, 07 Mar 2018 00:21:16 +0000 http://www.cennetinbahcesi.com/?p=2687 Hz. Muhammed (sav)’i Anmak ve Anlamak

Allah Teâlâ, peygamberler ve beraberinde kitaplar göndererek insanlara, dünya ve ahiret mutluluğunun yollarını göstermiştir. Peygamberler, Allah’tan aldıkları vahiyle insanlara yol gösterip, rehberlik etmişlerdir. İnsanlara, yalnızca Allah’a ibadet etmeyi, O’na ortak koşmamayı yani tevhidi öğreterek yaratılış gayesi doğrultusunda dünya hayatında nasıl bir yol izleyeceklerini hayatlarında uygulamalı olarak göstermişlerdir. Peygamberler, Allah’a kulluğun nasıl yapılacağını, Allah’ın emir ve yasaklarını, helal ve haramlarını, öğüt ve tavsiyelerini olduğu gibi eksiksiz ve kolay anlaşılabilecek bir şekilde insanlara iletmişleridir. Hz. Âdem’le başlayan peygamberlik zincirinin son ve zirve halkası, Hz. Muhammed (sav)’le son bulmuştur. Nitekim Allah Teâlâ Kur’an’da:

مَّا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَلَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا {الأحزاب/40}

“Muhammed içinizden hiç kimsenin babası değildir; fakat o, Allah’ın Elçisi ve bütün peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab, 33/40) buyurarak, peygamberlerin sonuncusunun Hz. Muhammed (sav) olduğunu ve bir daha peygamber gelmeyeceğini bildirmiştir. Hz Muhammed (sav)’in ise bütün âlemlere, insanlığı inkâr ve cehâlet karanlığından kurtararak dünya ve âhirette mutluluğa ulaştırmak için gönderildiğini bildirerek şöyle buyurmuştur:

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ {سبأ/28}

“Ey Muhammed! Biz seni, sâdece belli bir çağa ve belli bir topluma, belli bir bölgeye bir Peygamber olarak değil, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığı rahmetimizle müjdelemen ve azâbımızla uyarman için gönderdik; ne var ki, insanların çoğu bunu bilmezler.”[1] (Sebe, 34/28)

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ {الأنبياء/107}

“(Ey Muhammed) Biz seni ancak âlemlere rahmet için gönderdik.” (Enbiyâ: 21/107) Rahmet elçisi olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav)’in hicri doğum yıldönümünü yâd ediyoruz. Onu sadece doğum yıldönümlerinde anmakla ona olan görevlerimizi yerine getirmiş olmayacağımız açıktır. Hiç şüphesiz Hz. Peygambere iman etmek, onu sevmek, ona itaat etmek, ona tabi olmak imanımızın/dinimizin bir gereğidir.

Kısa İfadelerle Hz. Muhammed (sav):

Hz. Muhammed (sav) Kameri Rebîulevvel ayının 12. gecesinde, Miladi 20 Nisan 571 yılında Mekke’de doğmuştur. Babası Abdu’l-Muttalib’in oğlu Abdullah, annesi de Vehb’in kızı Âmine’dir. Doğumundan birkaç ay önce babasını, altı yaşında iken de annesini kaybeden Hz. Muhammed (sav), sekiz yaşına kadar dedesi Abdu’l-Muttalib’in, daha sonra da amcası Ebu Tâlib’in yanında kalmış, 25 yaşında Huveylid kızı Hatice ile evlenmiş, ondan Kasım, Abdullah adlarında iki oğlu; Fâtıma, Zeyneb, Rukiyye, Ümmu Gulsûm adlarında dört kızı; Medine’de Mısırlı Mâriye adlı cariyeden de İbrâhîm adlı bir oğlu olmuştur. Fakat Fâtıma dışındaki çocuklarının hepsi kendi sağlığında ölmüşlerdir. Fâtıma da kendisinden altı ay sonra vefat etmiştir.

Kırk yaşında peygamberlik rütbesine erdirilmiş olan Hz. Muhammed (sav), on üç yıl Mekke’de çetin mücâdele vererek İslam’a davet etmiştir. Bu görevini sürdürdükten sonra Mekke’de yaşama imkânı kalmayınca Allah’ın izniyle 622 tarihinde Medine’ye hicret etmiş, bu hicreti Müslümanlarca tarih başlangıcı kabul edilmiştir. On yıl da yine çetin mücadelelerle, ken­disine vahyedilen Kur’an’ın anlattığı İslâm’ı, Medine’den yaymaya çalış­mış ve Hicretlerinin altıncı yılında Hudeybiye’de müşriklerle yapılan Barış Antlaşması’ndan sonra İslâm’ın önündeki engeller bir bir kalkmaya baş­lamış, kendisi henüz hayatta iken İslâm, bütün Arap Yarımadası’nı kucak­lamıştır.

Hz. Muhammed (sav) peygamberlik rütbesine erdirildikten sonra 23 yıl yaşamış, bu süre içinde Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Kerîm, parça parça inerek tamamlanmıştır. Kendisi de şirk düzenini yıkıp, gönülleri yalnız Allah sevgisine, O’na kulluğa yönelterek İslâm tebliğini tamamlamış ve Hicretin 11. yılı Rebî’ul-evvel ayının 13. günü (8 Haziran 632 tarihinde), görevini yapmış olmanın huzuru içinde dünyâdan ayrılıp, Refîk-ı a’lâ’ya gitmiştir. Salât ve selâm onun ve bütün peygam­berlerin üzerine olsun.[2]

Hz. Muhammed (sav) Anlamak:

Hz. Muhammed (sav)’i, mesajlarını, sünnetini, ahlakını, bir ömür uğruna hayatını adadığı mücadelesini çok iyi anlamalı ve günümüze taşımalıyız. Onu sadece doğum günlerinde anmakla yetinmemeliyiz. Hz. Muhammed (sav)’i bütün dünya insanlarına, özellikle bunalım ve sapıklık içinde bocalayanlara tanıtmalıyız. Ancak Onun getirdiği evrensel mesajla kurtulabileceklerini anlatmalıyız.

Çünkü Rabbimiz bir ayetinde şöyle buyuruyor:

قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ {آل عمران/31}

-Ey Muhammed! Allah’ı sevdiğini iddia eden ve O’nun sevgisini kazanmak isteyen kimselere de ki: “Eğer siz gerçekten de Allah’ı seviyorsanız, Allah’ın emirlerini size ileten bir elçi olarak bana ve bana indirilen Kurân’a uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah, pişmanlıkla tövbe edildiği takdirde, en büyük günahları bile bağışlayandır, merhamet edendir.

قُلْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَالرَّسُولَ فإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ الْكَافِرِينَ {آل عمران/32}

-Allah’ın Elçisini devre dışı bırakarak Allah’a itaat edebileceklerini sanan o şaşkınlara de ki: “Allah’a ve O’nun mesajını size ileten şu son Elçiye itaat edin!” Eğer yüz çevirirlerse, şunu iyi bilsinler ki, Allah’ın elçisine karşı gelmek Allah’a karşı gelmek demektir; bu da onu inkâr etmek anlamına gelir ki, Allah da inkâr edenleri sevmez! Sevmediği için de onları doğru yola iletmez.[3] (Âl-i İmran, 3/31-32)

Bu ayetlerde, Allah’ın sevgisini kazanmak, Allah’ın dinini öğrenmek ve yaşamak isteyen kimselerden, Hz. Peygambere uyulması isteniyor. Hz. Peygamberi örnek almadan, tebliğ ettiği ilahi vahyi anlayıp hayatına uygulamadan, onu ve sünnetini anlamadan kısacası ona itaat etmeden dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşmanın başka bir yolu yoktur.

Mısırlı Âlim Muhammed Gazali Fıkhu’s Sire adlı eserinin girişinde şu uyarılarda bulunmuştur:

“Muhammed (sav)’in sîreti bugün yapıldığı gibi doğum gününde okunacak bir hikâye değildir. Onu rehber edinmeden, sünnetine uymadan getirilen binlerce salavatlarla methedilmiş olmaz. Ona olan sevgi, methiyeler yazmakla ve âşıkların feryat ve figanlarıyla da olmaz. Müslümanın peygamberiyle olan bağı, dinde uydurulmuş bu yapmacık bağlardan çok daha kuvvetli ve derindir. Müslümanların, peygamberlerine olan bağlılıklarını göstermek için bu tür yollara başvurmaları, hayat dolu özü terk ettikleri gün başlamıştır. İşte o günden beri özden uzaklaşmışlar, sadece şekil ve dış görünümle yetinmişlerdir. Bu şekil ve kalıplara önem vererek Rasülullah’ın getirdiği asıl mesajı unutanlar nasıl bir yanlışın içine düştüklerinden habersizdir. Yapılması gereken güzel seslerle okunan mevlidi dinlemek yerine terkedilmiş olan sünnetine ve Rasülullah (sav)’ın çağrısına icabet etmektir. Uzaklaşmış olduğu dinin özüne dönmektir. Kişi bu öze döndüğü zaman, nefsini terbiye etmiş, durumunu düzeltmiş olur. Böylece yaşayışıyla, ilim ve ameliyle, ibadetleriyle Muhammed (sav)’in sünnetlerine yaklaşmış olur.

Rasülullah (sav)’ın sünnetine göre yaşamayan, onu gönlünde yaşatmayan bir Müslüman, onu örnek alamaz, ona yaşantısında ve düşüncesinde asla tabi olamaz. Gece gündüz getirdiği salavat da ona hiçbir fayda vermez.

Burada, hayatımızdaki şaka ile ciddiyetin birbirinden ayırt edilmesinin zaruri olduğuna dikkatleri çekmek istiyorum. Oyun ve eğlenceye haddi aşmayan bir vakit ayırmakta bir beis yoktur. Eğer birisi bir şarkı söylemek veya dinlemek istiyorsa dilediğini yapsın. Ama İslam’ı bir şarkı haline getirmek, Kur’an’ı tatlı nağmelere çevirmek ve sîreti kaside ve şiirler cümlesine sokup aslından uzaklaştırmak isterse, işte onun buna hakkı yoktur; bu sadece dar görüşlü ve gafil kimselerin işidir. Ne yazık ki bütün bunlar İslam adına yapılmakta din de uygulama alanından kaldırılarak eğlence ve oyun haline getirilmektedir.”

Bugün ülkemizde de Muhammed Gazali’nin dikkat çekip uyardığı gibi yapanlar yok mu? Müslümanların içinde bulundukları hal durumu açıklamaya yetiyor.

Hz. Peygamber nerde biz neredeyiz?

Onun emanetlerine ne kadar sahip çıkabiliyoruz? Sosyal ilişkilerimizde, ticaretimizde, ekonomi ve siyasetimizde, hukukumuzda, aile yapımızda, ibadet hayatımızda, ahlakımızda kısacası hayatımızın bütün alanlarında Hz. Peygambere ve onun öğretilerine ne kadar yer veriyoruz? Hani ona iman etmiştik? Hani onu seviyorduk? Sevgimiz sadece dilde mi kaldı?

Hz. Peygamberin yaşayıp uyguladığı İslam ile bizim yaşadığımız İslam arasındaki bu farkı nasıl açıklayacağız?

Efendimiz Hz. Muhammed (sav) bizden ne ister? Kendine hatimler okunmasını mı? Yoksa binlerce salavat getirilmesini mi? Bunlara onun mu ihtiyacı var yoksa bizim mi?

Efendimizin sünnetini, güzel davranış ve ahlaki özelliğini tanımalı, yüzlerce hadisini öğrenmeliyiz. Onun ahlakı Kur’an’dı. Kur’an’ı öğrenip, uygulayıp insanlara duyurmalıyız.

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا {الأحزاب/21}

“Ey iman edenler! Allah’ı ve âhiret gününü arzulayan ve O’nu sürekli anıp yücelten kimseler için Allah’ın Elçisi, o sarsılmayan imanı, tertemiz ahlâkı, fedâkârlığı, cömertliği, cesareti, kararlılığı ve çalışkanlığı kısaca bir hayat boyu yaşadığı kulluğu ile gerçekten size mükemmel bir örnektir. Şahıs olarak Peygamberi, toplum olarak da onun arkadaşlarını kendinize örnek almalısınız.”[4] (Ahzab, 33/21)

Rasülullah (sav)’ın Emaneti:

« أَلا أَيُّهَا النَّاسُ ، فَإِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ يُوشِكُ أَنْ يَأْتِيَ رسولُ ربي فَأُجيبَ ، وأَنَا تَارِكٌ فِيكُمْ ثَقَلَيْنِ : أَوَّلهُما كِتابُ اللَّهِ ، فِيهِ الهُدى وَالنُّورُ ، فَخُذُوا بِكِتابِ اللَّه ، وَاسْتَمْسِكُوا به» فَحثَّ على كِتَابِ اللَّه ، ورغَّبَ فِيهِ . ثمَّ قَالَ « وأَهْلُ بَيْتِي ، أُذكِّركم اللَّه في أهلِ بيْتي ، أذكِّرُكم اللَّه في أهل بيتي »

“Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki, ben de sizin gibi fâni bir insanım. Yakında Rabb’imin elçisi Azrail bana da gelecek ve ben O’nun davetine uyup aranızdan ayrılacağım. Ancak benden sonra sapmamanız için, size iki kıymetli emanet bırakıyorum: Biri, insanı doğru yola ileten bir rehber ve ışık kaynağı olan Allah’ın Kitabı Kur’an’dır. Ona var gücünüzle, sımsıkı sarılın! Kur’an’ı okuyup manasını anlamaya çalışın, üzerinde tefekkür edin ve hayatınızın her alanında onun hükümlerini uygulayın. Kur’an’ı anlamaya çalışırken de, onun en güzel tefsiri ve pratik hayata yansıması olan Sünnet’i kendinize temel ölçü edinin.”

Peygamber aleyhisselâm Kur’an’a sarılma ve ona bağlanma konusunda gerekli tavsiyelerde bulunduktan sonra, sözlerine şöyle devam etti:

“Size bıraktığım ikinci emanet de, benim ev halkım ve ailem başta olmak üzere, izimden yürüyen ve davama sahip çıkan takva sahibi âlimler, yani Ehli Beyt’imdir. Onların sözünü dinleyin, zalimlere karşı mücadelelerinde onları yalnız bırakmayın! Dikkat edin, Ehli Beyt’ime saygı ve itaat konusunda size Allah’ı hatırlatıyorum; Ehli Beyt’ime saygı ve itaat konusunda size Allah’ı hatırlatıyorum!”[5] (Müslim, Fezâilü’s–Sahabe, 36)

İmam Malikin Hadisinde ise emanetin ikincisi; Hz. Peygamberin sünnetidir.

Hıristiyanlar peygamberi ilahlaştırdı, Yahudiler taşladı. Sonuçta her ikisi de peygamberi hayattan dışladı. Yahudi ve Hristiyanların düştüğü hatalara bizlerde düşmeyelim. Allah Teâlâ onu son peygamber olarak görevlendirip, vahyi ilkin ona indirerek onu yüceltmiştir. Ona itaat etmeyi farz kılarak gereken önem ve değeri vermiştir. Hıristiyanların Hz. İsa’nın çağrısını ve öğretisini terk edip onu aşırı yücelttikleri gibi bizde Hz. Muhammed (sav)’i aşırı yüceltmeye kalkmayalım. Zaten onun yüceltilmeye de ihtiyacı yoktur. Çünkü Allah onu yüceltmiştir.

Bize düşen, Hz. Peygamberin emanetine sahip çıkmaktır. Bize düşen onun çağrısına, sünnetine her zaman ve mekânda kıyamete kadar icabet etmektir. Onun ömür boyunca davet ettiği, açıkladığı Kur’an’ı okuyup anlamadan, onun sünnet ve hadislerini yaşamadan onun ahlakıyla ahlaklanmadan sadece onu överek methiyeler ve şiirler okuyup yücelterek, belirli günlerde anarak onu sevmek ona itaat etmek olmaz. Rasülullah (sav) Efendimiz kendisi ile bizim durumumuzu şu örnekle açıklamıştır:

عن جابرٍ رضي اللَّه عنه قال : قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : «مثَلِي ومثَلُكُمْ كَمَثَل رجُلٍ أَوْقَدَ نَاراً فَجَعَلَ الْجَنَادِبُ وَالْفَراشُ يَقَعْنَ فيهَا وهُوَ يذُبُّهُنَّ عَنهَا وأَنَا آخذٌ بحُجَزِكُمْ عَنِ النارِ ، وأَنْتُمْ تَفَلَّتُونَ منْ يَدِي »

Câbir bin Abdullah radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Benim ve sizin durumunuz, yakmış olduğu ateşe doğru uçuşan cırcır böceklerine ve kelebeklere engel olmaya, onları kurtarmaya çalışan adamın misaline benzer. Adam ateşe düşmesinler diye böcekleri oradan uzaklaştırmaya çalışır, fakat ateşin parlaklığına aldanan böcekler, sonlarının ne olacağını hiç düşünmeden, ısrarla o ateşe doğru uçmak isterler. İşte sizden bazıları da dünyanın gelip geçici süsüne, göz kamaştıran sahte cazibesine aldanıp böyle bilinçsizce kendilerini ateşe atmak istiyorlar. Ben ateşe düşmeyesiniz diye sizi elbisenizden, kuşağınızdan tutup çekiyorum, siz ise elimden kurtulup ateşe girmeye çalışıyorsunuz. Ben size helâl ve haramın sınırlarını öğretiyor, cehenneme götürecek davranışlar konusunda uyarıyorum. Buna rağmen siz arzu ve heveslerinize uyarak haramlara dalmak, sonu ateş ve hüsran olan işler yapmak istiyorsunuz.”[6] (Müslim, Fezâil 19. Buhârî, Rikâk 26; Tirmizî, Edeb 82)

Sadi Şirâzi anlatır: Bir avuç toprak aldım. Gül kokuyordu. Sordum ona: Bu senin asli kokun değildir, sen bu kokuyu nereden aldın? Toprak dedi ki: Ben bir gül ağacının altının toprağıydım. Gülün kokusu bana sindi. İşte ben bunun için gül kokuyorum.

Gül kokusu giderek kayboluyor.

Artık coğrafyalarımızda, çarşılarında gül alınıp gül satılan, gülden terazi yapılan, gül ile gül tartılan, gül kokulu beldelerin yerinde yeller esiyor. Beklenen gül mevsimi bir türlü gelmiyor. Eski bahardan kalan gül kokusu, küf kokusuna karışıyor. Gül kokulu sokaklar, caddeler yok oluyor. Gül evler hızla azalıyor; içerisinde gülen insanların olduğu, sevginin gül kokusu gibi paylaşıldığı, ahu efganının bile gül olduğu evler…

Ve hepsinden öte gül adamlar, gül kadınlar ender görülüyorlar. Hayatın gül kokan tarafları git git azalıyor. Çünkü her yaşanan gün gül kokusundan bir şeyleri daha alıp götürüyor. Bu durum, insanların, “gül koklamak için geçmişe sığınmaktan başka çare yok” zehabına kapılmalarına neden oluyor. Gülü özleyenler, tarihin tozlu sayfalarına iltica ediyorlar. Zaman tünelinde geriye doğru yürüyorlar. Fakat, oralarda eli boş kalakalıyorlar.

Tek çare, gül ağacını kurutmamak. Onu çağa taşımak, toprağa taşımak, hayata taşımak. Gülün hasretiyle değil, gülün kendisiyle yaşamak; gül olmak ya da gülün altında toprak olmak…

Fakat o kimileri için arkasından gözyaşı dökülen tatlı bir anı olmuştur. Onlar onun hatırasıyla yaşamayı kendisiyle yaşamaya tercih ederler. Onlar onun arkasından ağlamayı, onu önlerinde görmeye tercih ederler. Onlar onun sakalını ve hırkasını misyonundan daha fazla severler. Ondan efsane gibi söz etmeyi, birlikte yaşanılan bir “dost” olmaya yeğ tutarlar. Daha başka kimileri içinse tarihin konusudur. O, bir iletişim aleti gibi ilahi mesajı iletmiş ve misyonunu tamamlamıştır. Böylelerine göre Onun bugüne taşınacak kokusu olamaz.

Kur’an içinse o, hayatın aktif, kurucu ve inşa edici bir öznesidir. Misyonu ölümsüz olandır. Kur’an onu çağa taşımak için çırpınır. Onun tarihe hapsolmasını önlemek için onunla ilgili tarihsel olayları mü’minin yüreğine, imanına, ibadetine taşır. Kur’an müminin hayatında onu güncel kılmak için ne gerekiyorsa yapar. [7]

Vahyin il gelişini takiben, kıyamete kadar ki zaman içerisinde yaşayacak bütün insanlar için gerçek mutluluğun, adaletin, huzurun, güvenin, iyiliğin, güzelliğin… Yolunu gösterecek ilahi bilgiler 20 yılı aşkın süreyle vahyolundu. Vahyolunan her ayetle bireysel ve toplumsal hayatın olması gereken en mükemmel şekli, en güzel muhtevası bildirildi, açıklandı, gösterildi. Vahyolunan ayetler ve o ayetlerin oluşturduğu Kur’an önce elçisini eğitip yetiştirdi. O’nun ilahi talimatlarıyla mükemmelleşen ve tüm insanlık için en güzel model haline gelen uygulamaları ve yaşantısı ise ilahi bilginin pratiğe aktarılışı olarak anlam kazandı. Böylelikle, insanlığa sunulan dosdoğru ve en güzel hayat tarzı, teorik esaslar halinde insanlara bildirilen ilahi bilgi yığını olmaktan çıktı; ilahi bilgi onun şahsında en mükemmel modelini buldu; insanlık onun şahsında bir insanın ulaşabileceği en mükemmel aşamaya erişti.[8]

Hz. Peygamberin 23 yıl boyunca davet ettiği Kur’an’ı ve açıklayıp uygulayarak örnek olduğu sünnetini düşüncelerimize, hayatımıza, kişiliğimize, ahlakımıza, davranışlarımıza, ekonomimize, siyasetimize, cadde ve sokaklarımıza, evimize taşımazsak ona nasıl itaat etmiş olacağız? Onun sünnetine nasıl tabi olmuş olacağız? Kur’an ve hadislerin okunduğu, anlatılıp açıklandığı ders ve sohbet halkları oluşturmazsak Hz. Peygamberi nasıl anlayacağız? Onun hadislerini okuyup anlamadan, hayatımıza uygulamadan onu nasıl örnek alacağız?

إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا {الأحزاب/56}

Hiç kuşkusuz Allah ve melekleri, Peygambere salât ederler. Allah Peygamber’ine karşı çok merhametlidir; ona dâimâ sevgiyle yönelir, onu över, işlerini bereketli kılar, ismini yüceltir ve onun üzerine rahmetini indirir. Melekler de Peygamber’i çok severler; onun en yüce makâmlara ulaşması, İslâm’ın ve Müslümanların üstün gelmesi için Allah’a duâ ederler. Onun şerefini gözetmeğe, şanını yüceltmeğe özen gösterirler. O halde, ey inananlar, sizin kurtuluşunuz için her şeyini fedâ eden bu Peygamberin izinden yürüyün, tüm gücünüzle dâvâsını destekleyin, ona saygı duyun, onu yüceltin; böylece siz de ona salât edin ve ona tüm kalbinizle esenlikler dileyerek içtenlikle selâm edin! (Ahzab, 33/56)

Allahumme salli ve sellim alâ nebiyyinâ Muhammed!

Müslümanlar için örnek alınması ve hayata geçirilmesi için gereken şeyler Hz. Muhammed (sav)’in şekli yönüyle ilgili hususların olmadığı açıktır.

Bilakis “Kur’an’a uyması, Allah’a itaati, Sarsılmaz İman’ı ve Salih amelleri, Allah yolunda mücadelesi, Doğruluğu, Adaleti, İnsanlara sevgi ve saygısı, Güvenilirliği, Müsamahası, Barışa verdiği önem, Yumuşak huyluluğu, Çalışkanlığı, Kanaati, Şefkat ve merhameti, Cömertliği, vefakârlığı…” gibi faziletlerdir.

Mehmet ESER 02.02.2012 Aksaray

[1] Mahmut Kısa, Kısa Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 3. Baskı, Konya: Armağan Kitaplar, 2009

[2] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 14/5-11

[3] Kısa, a.g.e.

[4] Kısa, a.g.e.

[5] İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Tercüme: Mahmut Kısa, İstanbul: Beka Yayınları, 2011 (Koyu kısımlar hadisin tercümesi, koyu olmayan italik yazılar ise hadisin açıklamasıdır.)

[6] İmam Nevevi, a.g.e.

[7] Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, İstanbul; 2009, 15. Baskı, Düşün Yayıncılık, s.297, 298

[8] Celaleddin Vatandaş, Hz. Muhammed(sav)in Hayatı ve Daveti, İstanbul; 2010, 6. Baskı, Pınar Yayınları, s.14

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2018/03/07/hz-muhammedi-anlamak-ve-anmak/feed/ 0 2687
Peygamber Efendimizi Anlamak https://www.cennetinbahcesi.com/2018/03/02/peygamber-efendimizi-anlamak/ https://www.cennetinbahcesi.com/2018/03/02/peygamber-efendimizi-anlamak/#respond Fri, 02 Mar 2018 04:26:21 +0000 http://www.cennetinbahcesi.com/?p=2633 Bütün insalığa rahmet olarak gonderilen Rasulullah efendimiz s.a.v bir rehber bir Ata bir aydın bir başkan olarak görmemiz gerekir.

 

Rabbimiz ayeti kerimede buyurduğu gibi “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarici olarak gönderdik; fakat insanlarin çogu bilmezler.” (Sebe, 28) Gerçekten iyi bilmemiz gerekir. Dikkat edilirse ” insanların çoğu bilmezler” vurgusu yapılmıştır! Gerçekten bilmezler insanların çoğu..

 

Hamd olsunki bilmeye doğru kavramaya doğru gidiyoruz ve biz mumin olarak elbette öğrenecez elbetteki onu rehber edinecez. Hayatını öğrenerek sahabilerini öğrenerek rahmet olarak geldiği ve gonderildiği şekli ile..

 

“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’in âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti ögreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmustur. Halbuki  daha önce onlar apaçik bir sapiklik içinde idiler.” (Âl-i imrân, 164)

 

Hamd olsunki güneşin ortamı aydınlattığı gibi Kuranı kerim bizi aydınlatmış ve eksiksiz olarak bize ulaşmıştır ulaştırılmıştır. Hamd olsun bize kitabı ve hikmeti öğreten rahmet peygamberi ve izinden giden muminler olmuştur ve hep olacaktır. Hamd olsun Rabbimiz bize lutuf etmiştir ve bize hidayet vermiştir.

 

Bizim öğrendiğimiz kurtuluş yoludur cennet yoludur ALLAH c.c yoludur ne kadar hamd etsek azdır ne kadar ibadet etsek azdır.

 

Peygamber efendimiz s.a.v e her fırsatta salavat getirmek bir vefa borcu olarak bilmemiz gerekir. Kuranı kerimi anlıyarak ve anlatarak okumamız bir vefa borcu olarak yapmamız gerekir. Hz. Ebu bekir buyurduğu gibi ” hak ile meşgul olmayan kalp batılın istilasına uğrar”

 

Gelin kalbimizi hayatımızı ailemizi çevremizi boş bırakmıyalım gelin elimizden geldiği kadar bir kelimede olsa bir harfta olsa bir katkıda bulunalım.

 

Gelin kendimizden başlıyalım kuranı kerimi okuyarak anlıyarak Rasulullah efendimiz s.a.v. hayatını okuyarak sahabilerin hayatını okuyarak

 

peygaberlerin hayatını okuyarak. Gelin bize miras olarak bıraktıkları saadet yolunu öğrenelim. Bugunu bize getirmek için neler çektiğini ve nelere katlandığını beraber öğrenelim.

 

Sallallahu hi Vessellem: “Kim bana bir salât getirirse, Allah ona bununla on salât getirir.” buyurmuştur. (Müslim: 1/228)

 

Gelin 15 nisana kadar kalbimizi salavat getirmekle meşgul edelim. Alemlere rahmet olarak gonderilen Rasul efendimiz s.a.v i

 

Salavat larla karşılıyalım. Bir şükür edası bir iltifat bir selam bir itaattır Rabbimiz kuranı kerimde yine buyurmaktadır

 

“Allâh ve melekleri Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na çokça salât getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)

 

Buradan başlıyalım işte Rahmet peygamberine ve aline selat ve selam ederek başlıyalım. Ailemize de tavsiyede bulunalım arkadaşlarımızada soyliyelim boylece gerçekten

 

Kim bana bir salât getirirse, Allah ona bununla on salât getirir.” buyurmuştur. hadisine muhatab olmuş oluruz inş.

 

Allah bizi rahmetinden ayırmasın Allah bizi saadet yolundan ayaklarımızı kaydırmasın. Rabbim bizi iman üzere öldürür ve iman üzeri diriltir

 

Çaba azim bizden başarı ALLahtan hak yolunda eziyet gören ve hak yolunda butun muslumanlara selam olsun

 

şimdiden getireceğimiz ifa edeceğimiz her harf için hamd eder selamlar olsun diyoruz wesselam..

 

 

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2018/03/02/peygamber-efendimizi-anlamak/feed/ 0 2633
Peygamberimizin Hoşgörüsü https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/13/peygamberimizin-hosgorusu/ https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/13/peygamberimizin-hosgorusu/#comments Fri, 13 Nov 2015 09:19:18 +0000 http://www.cennetinbahcesi.com/?p=1084 Peygamberimizin Hoşgörüsü

Peygamberimizin Özellikleri

Hoşgörü, anlayışla karşılama, müsamaha gösterme demektir. Hoşgörülü olmak, din, dil, inanç, anlayış vb. bakımdan kendisinden farklı olanlardan rahatsızlık duymamak, onların farklı yönlerini anlayışla karşılayabilme erdemi gösterebilmektir. Toplumlar farklı düşünen, farklı inançlara sahip olan insanlardan oluşabilir.

Toplumda, birlikte yaşanabilmesi için fertlerin hoşgörü sahibi olması gerekir. peygamberimizin ahlaki özelliklerinden biri de hoşgörü sahibi olmasıydı. O, herkesi anlayışla karşılar, insanlarla iyi geçinir, kimseye karşı kaba ve kırıcı konuşmazdı. İnsanlara karşı daima hoşgörülüydü. Kimseyi küçümsemez, kimseyle alay etmezdi. İnsanların hatalarını yüzlerine vurmazdı. Onları toplum içinde rencide etmezdi. peygamberimiz, yanlışları ortaya koyarken, yanlış yapanı değil de, yapılan hatayı ön plana çıkarırdı.

Hz. Muhammed, hoşgörüyü insanlar arasında tek taraflı değil, karşılıklı uyulması gereken bir davranış biçimi olarak ifade etmiştir. Peygamberimiz, bu konu ile ilgili bir hadisinde;

“Hoşgörülü davran ki, sana da hoşgörü ile davranılsın.” 

(Ahmet bin Hanbel, Müsned, c 1, s. 248.)

buyurmuştur.

Yahudi idi, İnsandı

Medine’de meydanlık bir yerde arkadaşlarıyla oturmaktadır. Önlerinden bir cenaze alayı geçer. Alayın her şeyinden belli olmaktadır ki bu bir Yahudi cenazesidir. Hz. Muhammed (asv) cenaze geçinceye kadar, kalkarak ayakta bekler. Arkadaşları şaşkın, “belki de durumu anlayamamıştır” düşüncesiyle uyarırlar:

“Ey Allah’ın Elçisi! Bu bir Yahudidir.”

Yani Müslüman değildir. Yani ayağa kalkmanız gereksizdir.

Oysa ki Hz. Muhammed (asv) başından beri her şeyin farkındadır, cevap verir:

“Fakat aynı zamanda bir insandır.”

(Abdurrahman Azzam Peygamberimizin Örnek Ahlakı, s.94; İslamda İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği, s.125.;)

Abdullah ile Uğraşmayın

Arkadaşları aralarından birini O’na (asm) şikayet ederler. Bu Huzafe oğlu Abdullah’tır.

“Çok şaka yapar ve boş şeylerle uğraşır.” derler.

Hz. Muhammed (asv) üzerinde durmaz ve şöyle der:

“Abdullah’la uğraşmayın. Çünkü O Allah’ı ve Allah’ın Elçisini gerçekten seven bir kimsedir.”

(M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, II/479.)

Sarhoşa Lanet

Bir çok kez sarhoş yakalanmış bir Müslüman yine aynı durumda Hz. Muhammed’in (asv) önüne getirilir. O sırada yanında bulunanlardan biri dayanamaz, sarhoşa dönerek:

“Allah sana lanet etsin.” der.

Hz. Muhammed (asv), kaşları çatık, yüzü gergin, lanet okuyana seslenir:

“Ona lanet okumayın. Allah’a yemin ederim ki, ben onu tanıyalı beri o hep Allah ile Allah’ın Elçisini sever.”

(M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., II/602.)

Taif’e Hayır Dua

Uzayan kuşatmanın sıkıntılarından kurtulmak için arkadaşları Taif şehrine beddua etmesini isterler. O Taif ki yıllar önce de dinini yaymak için yardımlarını istemeye gittiğinde kendisini taş ve tükürük yağmuruyla karşılamıştır. Ellerini kaldırır ve dua eder:

“Allah’ım! Taif halkını İslam’ın zenginliği ile nimetlendir ve Medine’ye dostluk ruhu ile gönder.”

Duası aynen kabul edilir.

(Afzalur Rahman, Siret Ansiklopedisi, III/292.)

Herkes Kendine Yakışanı..

Bir yolculuk sırasında öğle molası vermişlerdir. Uzanıp, dinlenmek için arkadaşlarının kamp kurduğu yerden hayli uzakta bir ağacın gölgesini seçmiştir. Yattıktan bir süre sonra Gavres isminde, inançsız ve kendine diş bileyen bir kabile reisi tarafından fark edilir. Gavres’in kalbi sevinç ve heyecanla dolar. Bu gafil anından yararlanıp Hz. Muhammed’i (asv) öldürecek ve bütün Araplar arasında bitmez bir üne kavuşacaktır. Heyecanlı ama sessiz, parmaklarının ucuna basarak yanına kadar sokulur. Usulca uzanarak ağacın dalına asılı olan Hz. Muhammed’in (asv) kendi kılıcını alır ve olayın farkında olmayan, gözleri kapalı Hz. Muhammed’in (asv) boğazına dayar. Soğuk çeliğin temasıyla gözlerini açan Hz. Muhammed (asv) başucunda gururla sırıtan Gavres’i görür. Gavres ise artık zaferinden emin, bu anın zevkini çıkartmak ister. Şımarık bir tavırla sorar:

“Ey Muhammed, şimdi seni benim elimden kim kurtarır?”

Görünüşte haklıdır da, çünkü elindeki kılıcı iki santim itmesi Hz. Muhammed (asv) için dünya hayatının sonu anlamına gelecektir. Fakat O’nda (asm) hiçbir heyecan ve korku eseri görülmez. Gavres’in sorusuna;

“Allah!..” diye haykırarak cevap verir.

Ve o anda “Allah” nidasının dehşeti karşısında, Gavres tepe üstü, yere yuvarlanır, elindeki kılıç fırlar gider. Sonra onun kendini toplamasına fırsat vermeden hızla kalkan Hz. Muhammed (asv), kılıcını alır ve hala sırtüstü yatmakta olan Gavres’in boğazına dayar. Az önceki durum şimdi tam tersine dönmüştür. Mütebessim ve sakin bir şekilde sorar:

“Ey Gavres! Şimdi benim elimden seni kim kurtaracak?”

Ne yazık ki Gavres’in “Allah”, deme şansı yoktur. Çünkü o inançsızdır. Fakat son derece zeki bir insan olduğunu verdiği cevapla da kanıtlar:

“Ey Muhammed! Herkes kendine yakışanı yapsın.”

Hayat kurtaran bu zeki cevap karşısında Hz. Muhammed (asv) kılıcını geri çeker ve:

“Haydi git, serbestsin.” der.

(M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., III/233.)

Büyücü

Medine’li Yahudilerden Lebid isminde biri O’na (asm) büyü yapar. Etkilenmiştir. Sonra Allah tarafından büyüden kurtarılır. Ve kendisine bu kötülüğü yapanın ismini de öğrenir. Fakat hiç kimse Yahudiyi rahatsız etmez. Hiç bir şey söylemez, hiçbir şey yapmaz. Yahudi Lebid sessizce bağışlanır.

(M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., III/304.)

Ben de Adil Olmazsam

Arkadaşları arasında ganimet taksimi yapmaktadır. Yeni Müslümanlardan biri itiraz edecek olur.

“Bu paylaştırma adalete uymuyor.”

Ve itirazcı, kızgın, yürüyerek oradan uzaklaşır. Hz. Muhammed (asv) hüzünlenir. Yavaşça:

“Yazık sana, ben de adil değilsem, kim olabilir ki?” der. Sonra arkadaşlarından yana döner:

“Onu bana yavaşça, azarlamadan geri getirin.”

(Ebu’ş-Şeyh el-İsbehani, Hazreti Muhammed’in Edeb ve Ahlakı, s.4l, 42.)

(Ebu’ş-Şeyh el-İsbehani, Hazreti Muhammed’in Edeb ve Ahlakı, s.4l, 42.)

Namazda Acemi

Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye yeni Müslüman olmuştur. Namazda konuşulmayacağını bilmemektedir ve bir gün Hz. Muhammed’in (asv) arkasında cemaatle namaz kılarlarken konuşur. Hapşıran birine:

“Allah sana merhamet etsin.” der.

Namazın bozulacağından ötürü telaşlanan Müslümanlar, el işaretleri ve bakışlarıyla uyarıp, susturmak isterler. Bu durum Muaviye’yi daha da heyecanlandırır. Ve konuşmaya devam eder.

“Ne var, ne bakıyorsunuz, hiçbir şey anlamadım.”

Müslümanlar bu kez de elleriyle bacaklarına vurarak Muaviye’yi sustururlar. En sonunda namaz biter. Fakat Muaviye heyecan ve suçluluk duygusundan ter içinde kalmıştır. Hz. Muhammed (asv) yanına sokulur.

“Namaz kılarken, dünya ile ilgili konuşulmaz. Namaz, tesbih, tekbir ve Kur’an okumaktan oluşmuştur.” der.

Muaviye bu olayı yıllar sonra “O’ndan (asm) daha güzel öğreten birini görmedim. Beni ne azarladı, ne de kınadı.” diyerek anlatır.

(Yrd. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Bir Eğitimci Olarak Hazreti Muhammed, s.288.)

Kötülüğe Kötülükle

Kendisinden mal ve para isteyen bir göçebe Arap var gücüyle elbisesine asılıp, çeker. Hz. Muhammed (asv) sendeler. Elbisenin çekildiği yere de kan oturmuştur. Hiçbir şey demez. Sakinleşince sorar.

“Şimdi söyle bakalım yaptığın bu kötülüğe karşı sana kısas yapılacak mı?”

Göçebe Arap kendinden emin cevaplar:

“Hayır.”

“Niçin?”

“Çünkü sen kötülüğe kötülükle cevap vermezsin de ondan.”

Hz. Muhammed (asv) bu cevap karşısında sadece tebessüm eder. Sonra emir verir. Arabın develerine mal yüklerler.

(Kadı İyaz, Şifa-yı Şerif, s.107.)

Deve Eti Yiyenler

Kalabalık bir arkadaş grubuyla Mescid’te oturmaktadır. Az önce hep beraber deve eti yemişlerdir. İçerdekilerden biri elinde olmaksızın gaz çıkarır. Ortalığı pis bir koku kaplar. Herkes endişe ve utançla birbirine bakmaktadır. Biraz sonra ezan okunacak ve abdest tazelemek için dışarı çıkan kişinin “o” olduğu anlaşılacaktır. Durumun nezaketini değerlendiren Hz. Muhammed (asv) emir verir.

“Burada bizimle beraber deve eti yiyen herkes abdest tazelesin.”

Arkadaşları abdest için sıraya girerler. Suçlu deşifre olmaktan korunmuştur.

(İbrahim Refik, Güllerin Efendisi, s.2l.)

Devs’e Lanet

Arkadaşları rica eder.

“Ey Allah’ın Elçisi! Devsoğulları kabilesinin azgınlığına, verdikleri zararlara gücümüz yetmiyor. Bari beddua etsen de yola gelseler.”

Kıbleye yönelerek ellerini açar. Herkes dudaklarından dökülecek laneti beklemektedir. Arkadaşları kendi aralarında fısıldaşırlar.

“Devsoğulları mahvoldu!”

Oysa Hz. Muhammed’in (asv) ağzından çıkan dua herkesi şaşırtacaktır.

“Allah’ım Devsoğullarına hidayet ver. Doğruyu görmelerini sağla.”

Tam üç kez tekrarlar.

(M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., III/l42.)

Katiline Karşı

Karşısına onu öldürmek isteyen birini getirirler. Adam başına ne geleceğini bilmediğinden korkusundan titremektedir. Tebessüm eder, katilini yatıştırmaya çalışır:

“Korkma! Deneseydin bile beni öldürmeyi başaramazdın.” der.

Sonra emir verir, katil adayı serbest bırakılır.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/13/peygamberimizin-hosgorusu/feed/ 1 1084
Peygamberimizin Güvenilirliği https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/13/peygamberimizin-guvenilirligi/ https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/13/peygamberimizin-guvenilirligi/#respond Fri, 13 Nov 2015 05:25:57 +0000 http://www.cennetinbahcesi.com/?p=1081 Güvenilirlik, peygamber efendimizin (s.a.) en belirgin özelliğidir.

O(sav), gençliğinden itibaren güvenilirliği ile tanınmış, bu nedenle kendisine güvenilir Muhammed anlamına gelen Muhammed’ül-Emin denilmiştir.

İnsanlar çözemedikleri problemlerini Peygamberimize getirir, Onun vereceği kararlara büyük saygı ve güven duyar ve memnun olurlardı. İnsanlar her zaman Onun verdiği kararlarda adil olduğuna inanırlardı. O, kişisel çıkar, akrabalık, zenginlik, fakirlik, kin, düşmanlık, taraflardan birinin soylu olması, beden ve ruh bakımından engelli olması gibi durumlarına bakmaz, herkese adil davranırdı.  Peygamber Efendimiz, söz vermişse mutlaka verdiği sözü yerine getirir, kendisine verilen emanetleri sonuna kadar korur, bir şey söylemişse muhakkak onu yapardı.  Herhangi bir şekilde başkalarına zarar vermekten kaçınmayı, canları, malları konusunda onlara güven vermeyi İslam’ın ve imanın şartı olarak görür,  “Emaneti gözetmeyenin imanı yoktur.”  buyururdu.

“Mümin, insanların kendisine güvendiği kimsedir. Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların güvende olduğu kişidir. Canıma sahip olan Allah’a andolsun ki kötülüklerinden komşusunun emin olmadığı kimse cennete giremez.”  sözleriyle, çevresine güven vermeyen kimsenin ne kadar büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğu konusunda uyarılarda bulunurdu.

Bir kimsenin kalbinde imanın ve inkârın bir arada bulunamayacağı gibi, güvenilirlik ve ihanetin de bir arada bulunamayacağına inanırdı.  Güven konusundaki tavizsiz kişiliğini bilen insanlar da Peygamberimize karşı sonsuz güven duygusu taşırlar, emanetlerini ona teslim ederlerdi. Düşmanları dahi, kimseye emanet edemedikleri en değerli eşyalarını Peygamber Efendimize emanet ederlerdi.

El-Emin Geliyor…

Efendimize (asm), peygamberlik vazifesinin verilmesinden önceki dönemlerdi… Kabe’nin yeniden inşaası için kabileler bir araya gelmiş olanca güçleri ile çalışmaktaydılar. Sıra Hacer-ül Esved’in yerine yerleştirilmesine gelmişti ki, her kabilenin canla başla yerine getirmek isteyeceği bu vazife için kabileler bir biri ile anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Bu anlaşmazlık öyle büyümüştü ki, bir an sesler yükselir olmuş ve kılıçlar kınlarından çıkmıştı.

Birkaç gün süren bu anlaşmazlık süresince Kabe’nin inşaasına ara verilmiş, herkes Hacer-ül Esved‘in yerleştirilmesi meselesine odaklanmıştı. Kanlı bir hadisenin kopması her an beklenirken, Ku­reyş’in en yaşlılarından Ebû Ümeyye diye bilinen Huzeyfe b. Muğîre, ortaya atıldı ve taraflara şu tekli­fi sundu:

“Ey Ku­reyşliler! Anlaşamadığınız şu işte, mâbedin şu kapısından (Benî Şey­be Kapısını eliyle işaret ederek) ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın; o kimse bu işi bir neticeye bağlasın!”

(İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 209; İbn Sa’d, Tabakat., c. 1, s. 146; Taberî, Tarih, c. 2, s. 201.)

Ebû Ümeyye’nin beklenmedik bu teklifi, taraflarca tereddütsüz kabul gör­dü. Artık bütün gözler Benî Şeybe kapısındaydı! Acaba kim çıkacaktı ve kabilelerin anlaşmazlığına nasıl bir çareyle son vere­cekti? Hiçbir kabilenin gönlünü kırmadan bu işi nasıl halledecekti? Merak dolu bakışlar, mescidin mezkûr kapısını dikkatle süzmekte idi. Kapıdan bir zât belirdi!

Uzaktan fark ettiler, kendisine mahsus boyu posu ve yürüyüşüyle vakar içinde gelen bu zâtı derhal tanıdılar ve sevinç içinde bağırdılar:

“El-Emin o! Muhammed o! Onun aramızda vereceği hükme râzıyız!”

(İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 209; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 146.)

Evet, gelen Muhammedü’l-Emin’di (a.s.m.). Herkesin iti­madını kazanmış olan dürüst insandı. Bu sebeple, merak dolu bakışlar, birden sevinç bakışlarına döndü. Çünkü âdil karar vereceğinden hepsi tereddütsüz emindi.

Evet, isabetli karar vermekten şaşmayan Efendimizin (asm) gelişi, elbette tesadüfî değildi. Vereceği hükümle onlara, peygamberliğinden önce de, isabetli görüşe, derin düşünceye sahip olduğunu tasdik ettirecekti.

Ku­reyş, durumu kendilerine anlattı.

Kalbi gibi zihni de tertemizdi Efendimizin (asm)… İsabetli ka­ra­rı vermekte gecik­medi ve şu emri verdi:

“Hemen bana bir örtü getiriniz!”

Ânında getirdiler. Bir rivayete göre bu Velid b. Mu­ğî­re’­nin elbisesiydi. Di­ğer bir rivayete göre ise, Efendimiz (asm), bizzat kendi ridâsını bu işte kullandı.

(Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 99.)

Kâinatın Efendisi (asm), getirilen örtüyü yere serdi.

Küçük büyük herkesin dikkatli bakışları, Efendimizin (asm) üzerinde toplanmıştı. O örtüyle ne yapacaktı?

Merakları fazla sürmedi ve Sevgili Pey­gam­be­ri­miz (asm), Hace­rü’l-Esved’i bu ör­tünün ortasına koydu; sonra da,

“Her kabileden bir kişi bunun birer köşe­sinden tutsun.”

diye emretti. Öyle yaptılar. Hacerü’l-Esved’i örtüyle, konulacak yere kadar kaldırdılar.

…Ve Resûl-i Kibriya Efendimiz (asm), bizzat Hacerü’l-Esved’i kendi eliyle yerine koyarak, bu şerefe nâil oldu!

Bundan sonra duvar örülmeye başlandı ve kısa zamanda tamamlandı. (İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209-210; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, Tarih, c. 2, s. 201.)

Böylece, Allah Resûlü, İlâhî mevhibenin bir eseri olan isabetli kararıyla, ka­bileler arasında büyük bir kanlı çarpışmayı önlemiş oldu.

Bu kararıyla Sevgili Pey­gam­be­ri­miz (asv), kendisinden çok daha yaşlı ve haliyle tecrübeli bulunanlardan bile daha isabetli görüşe, daha kuvvetli muhakemeye ve daha ziyade zekâya sahip bulunduğunu, aynı zamanda İlâhî bir kuvvetle teyit edildiğini ortaya koymuş oluyordu!

Emanete Sadık

Müşrikler Efendimize (asm) o derece güvenirlerdi ki, düşman oldukları halde kendisine en önemli şeylerini emanet olarak bırakırlardı. Efendimiz (asm) de bu emanetleri onlar müşrik olsalar bile en güzel şekilde muhafaza ederdi. Hatta hicret yolculuğunun başlamasından az evvel, evinin etrafını çevirip kendisini öldürmeyi planladıkları zamanda dostu Hazreti Cebrail (as) hadiseyi haber vermişti. O (asm) ise gitmeden evvel canına kasdeden müşriklerin emanetlerini alıp yanında götürüp onlara ders verebilecekken, “el-Emin”e yakışır bir şekilde tüm emanetleri müşriklere geri vermesi için Hazreti Ali (ra)’i yerine bırakıp sonra yolculuğa çıkacaktı. Çünkü O, Muhammed’ül Emin’di (asm) …

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/13/peygamberimizin-guvenilirligi/feed/ 0 1081
Peygamberimizin Cesareti https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/13/peygamberimizin-cesareti/ https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/13/peygamberimizin-cesareti/#respond Fri, 13 Nov 2015 05:24:10 +0000 http://www.cennetinbahcesi.com/?p=1078 Peygamberimizin Cesareti

Peygamberimizin Özellikleri

Şecaat: Dinî ve dünyevî hukukunu korumak için canını dahî verecek derecede gösterilen bir yiğitlik olarak tarif edilir.

Necdet: Korku ve dehşet veren bir hâdise anında ve olağanüstü haller karşısında sabır ve sebat göstererek soğukkanlılığını koruyup, endişeye kapılmadan sakin bir şekilde hareket etmektir.

Bu hasletlerden her ikisi de Peygamberimiz (asm)’de tam ve mükemmel manada bulunuyordu.

O, insanların en cesuru, en yüreklisi, en kahramanı ve en yiğidi idi. Gençliğinden itibaren hayâtının bütün devrelerinde şecaat manasındaki cesaret, Peygamberimiz (asm)’de çok açık bir şekilde görülüyordu.

Peygamberimiz (asm) tebliğinde ve insanları hakka davetinde o derece metanet, sebat ve cesaret gösteriyordu ki, büyük devletler, büyük dinler, kavim ve kabilesi ve hatta amcası ona şiddetli düşmanlık ettikleri halde, zerre kadar bir tereddüt eseri, bir telaş, bir korkaklık göstermiyor; tek başına bütün dünyaya meydan okuyor; İslâmiyeti anlatmaya devam ediyordu. Bu sebat ve azmin sonunda nihayet İslâmiyeti dünyaya hakim kıldı.

O’nda (asm),  her zaman sarsılmaz ve sağlam bir irade vardı. Bu iradenin ters yüz edilmesi mümkün değildi. Çünkü O’ndaki (asm) iradeyi Cenâb-ı Hakk, gizli meşietiyle biledikçe bilemişti.

O İki Kişi

İslam takviminin başlangıcı olan Hicret yaşanmaktadır. Mekke civarındaki bir dağın yamacında mağara-kovuk arası bir yere sığınan Hz. Muhammed (asv) ve Hz. Ebubekir (ra)’in bir, bir buçuk metre yakınlarında, mağaranın hemen ağzında tepeden tırnağa silahlı iki yüz düşman dağın yamacını didik didik etmektedir. Biraz başlarını uzatıp da Hz. Muhammed (asv)’i ve arkadaşını görmekten onları alıkoyan, mağaranın kapısındaki örümcek ağı ve güvercin yuvasıdır. Yaşamlarının bıçağın sırtında olduğu bu en tehlikeli dakikalarda, güven ve huzur içindeki Hz. Muhammed (asv) yoldaşının da heyecanını yatıştırır:

“Kardeşim, o iki kişi hakkındaki zannın nedir ki üçüncüleri Allah’tır.”

(M.Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe , (I), shf:420)

Medine’de Gece Baskını

Bir gece Medine’de büyük bir gürültü işitilir. Endişe içinde sokaklara dökülen halk, şehrin düşman baskınına uğradığını zannederler. Hemen önlem alınıp, savunma durumuna geçilmeye çalışılır. Fakat bu arada eğersiz bir atın üzerinde, boynuna asılı kılıcıyla Hz. Muhammed (asv) görünür. Şehir dışından gelmektedir. “Korkmayın, tehlikeli bir şey yok!” der. Halk yatışır. Ve sonra anlaşılır ki, gürültünün duyulmasıyla beraber kılıcını almış, en yakındaki ata eğersiz ve koşumsuz olarak atlamış ve şehir çevresindeki tehlikeli olabilecek yerleri teker teker kontrol etmiştir. Hiç kimsenin kendisine katılmasını beklemeden!.. Tek başına!..

(Afzalur Rahman, Siret Ansiklopedisi (I), shf:82; M.Yusuf Kandehlevi, a.g.e. (III), shf:227)

Bunda Yalan Yok

Mekke fethedildikten sonra başkaldıran Hevazin’i itaat ettirmek için İslam ordusu Huneyn üzerine yürümüştür. Yeni fethedilen Mekke’de yeni Müslüman olmuş iki bin askerin de eklenmesiyle sayısı on iki bin kişiyi bulan ordu, o günün Arabistan’ı şartlarında olağanüstü bir büyüklüğe sahiptir.

Ve bazı yeni Müslümanlar bu sayı çokluğuna güvenerek, böyle bir ordunun yenilmesinin imkânsız olduğunu söylemeye başlarlar. Ne var ki henüz girdikleri Huneyn vadisinde kendilerinden bir kaç kat zayıf olan düşmanın ani bir baskını karşısında orduda panik baş gösterir. Kitle psikolojisiyle herkes birbirinden görerek geriye çekilmekte ve durum neredeyse bir bozgun halini almaktadır.

O sıcak dakikalarda bütün ordunun aksine dalga dalga üzerlerine gelen düşmana karşı saldırmaya çalışan bir tek kişi vardır; Hz. Muhammed (asv).

Yeryüzünde hakkı temsil ediyor olmasına rağmen, ordusunun dağılmaya başlaması karşısında hayatının en kızgın anlarından birini yaşayan Hz. Muhammed (asv) beyaz atının üzerinde dikilerek, meydan okurcasına:

“Ben Allah’ın Elçisiyim bunda yalan yok. Ben Abdulmuttalib’in oğluyum (düşmandan hiç kaçmamış bir ecdad) bunda yalan yok!”

diye haykırmakta ve bütün gücüyle Müslümanların üzerine sağnak halde ok yağdıran Hevazin kabilelerine saldırmaya çalışmaktadır. Bu arada iki yakını atını güçlükle zapt etmektedirler.

Savaşı İslam ordusu kazanır.

(İmam-ı Tirmizi, Şemail-i Şerif shf:265; M.Yusuf Kandehlevi, a.g.e. (III), shf:228)

Seni Benim Elimden Kim Kurtaracak!

Pek çok sahih hadis kaynağından bize nakledilen meşhur bir hadisedir. Peygamberimiz (asm) bir sefer esnasında kabilesinden uzak bir yerde dinlenmektedir. Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimseye gözükmeden, Peygamber Efendimizin (asm) yanına kadar ulaşmayı başarır. Elindeki kılıcı Peygamberimizin (asm) başının üstünde kaldırıp

“Seni benim elimden kim kurtaracak?” diye bağırır. O anda uykudan uyanan Peygamberimiz (asm) hiçbir tereddüt, endişe ve korku hissetmeden,“Allah!..” diye cevap verir. Sonra da şöyle dua eder:

“Allah’ım! dilediğin bir şeyle beni ondan kurtar.” O anda Gavres, ansızın gaibden gelen ve sırtına çarpan bir darbe ile yere yuvarlanır. Bu defa elindeki çok güvendiği kılıncı Hazreti Muhammed (asv)’in eline geçmiştir. Şimdi sıra O’ndadır ve sorar:

“Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” Gavres pişmandır.

“Beni kurtaracak kimse yok!..” der. Aman diler. Efendimiz (asm) daha birkaç saniye önce canına kasteden düşmanını affeder, gitmesine izin verir.

(Buhârî, cihad 84; megâzî 31; Müslim, fezâil 13; Hâkim, el-Müstedrek, 3/29.)

O’nun (sav) Arkasına Sığınırdık

Cesareti ile mümtaz Hazreti Ali (ra) anlatıyor:

“Biz, savaş kızıştığında, gözler öfkeden kıpkırmızı kesildiğinde O’nun (asm) arkasına sığınırdık.”

(Müsned, 1:86; Müstedrek, 2:143; Kenzü’l-Ummâl, 12:347, 419.)

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/13/peygamberimizin-cesareti/feed/ 0 1078
Peygamberimizin Kulluğu https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/13/peygamberimizin-kullugu/ https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/13/peygamberimizin-kullugu/#respond Fri, 13 Nov 2015 05:20:47 +0000 http://www.cennetinbahcesi.com/?p=1075 Peygamber Efendimiz (asm), her konuda olduğu gibi kulluk ve ubudiyet konusunda da ümmetine örnek olmuş; peygamberliği onun bir beşer olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadığı gibi, bir kulun yaratıcısına ibadet etmesi mükellefiyetinden de azade kılmamıştır.

Hz. Peygamber (asm) de ümmetin diğer fertleri gibi her türlü emir ve yasağın muhatabı olmuş, hatta bazı durumlarda -mesela gece namazı- bizlere göre sünnet sayılan ek mükellefiyetlerin ona farz olmasıyla daha ağır bir sorumluluk üstlenmiştir.

Beni Övmede Haddi Aşmayın

Peygamber oluşundan dolayı hiçbir zaman ayrıcalıklı biriymişçesine tavır ve davranışlarda bulunmayan Efendimiz (asm),

“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede haddi aştıkları gibi, beni övmede siz de haddi aşmayın. Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisidir, deyin.”

buyurarak kul olma bilincinde de bizlere güzel bir örneklik sergilemiştir.

(Buhârî, Enbiyâ 48.)

Ashâb-ı Kiram’ın kendisine hürmeten kullandığı bazı ifadeleri düzelten Allah Resûlü (asm), bir defasında kendisini,

“Ey kâinâtın en hayırlısı.” diye çağıran kişiye dönmüş ve

“O, İbrahim’di.” demiştir.

(Müslim, Fezâil 43.)

Başka bir rivayette ise,

“Beni Yunus b. Matta’ya üstün tutmayın. Peygamberler arasında tafdil (daha faziletli olduğunu söyleme) yapmayın. Beni, Mûsâ’dan daha hayırlı görmeyin. Ben şüpheye düşme hususunda İbrahim’e göre daha zayıfım. Yusuf’un kaldığı kadar hapiste kalsaydım kralın davetine hemen uyardım.”

ifâdeleriyle kendisine aşırı ta’zimde bulunulmasını yasaklamıştır.

(Buhârî, Enbiyâ, Kitabu’t Ta’bîr.)

Şükreden Bir Kul Olmayayım Mı?

Hz. Aişe (r.anha) anlatıyor: Peygamberimiz (asm) geceleri mübarek ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi. Ben kendisine,

“Ey Allah’ın Resûlü, geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı halde niçin bu kadar yoruluyorsunuz?” dedim. Peygamberimiz (asm):

“Ya Aişe, Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu.

(Tirmizî, Şemâil 44.)

Peygamberimiz (asm) bu sözleri ile bazılarının zannettiği gibi Allah korkusu sebebi ile değil, Allah sevgisi ve zevki ile ibadet ettiğini ifade ediyordu. Peygamberimiz (asm)’in namazda en büyük zevki duyduğunu söylemesinin hikmeti bu idi. Hatta o, sabah namazının iki rekat sünneti hakkında: “O iki rek’at bana dünyadaki her şeyden daha çok sevimlidir.” buyurmuştur.

(Müslim, Kitabu Salâti’l-Müsafirin, 14.)

Namaza Aşık

Efendimizin (asm) namaza karşı tutumu adeta bir aşk seviyesindedir. Bunu kendisi muhtelif ifadelerinde dile getirmiştir:

“Allah her nebiye bir arzu, istek ve şehvet vermiştir. Bana gelince, benim şehvetim, gece namaz kılmaktadır.”

(Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XII//84; Deylemî, Müsned, I/172; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, II/271.)

Bir başka ifadesinde ise şöyle buyurmaktadır:

“Bana (üç şey) sevdirildi: Kadın, güzel koku; namaz ise benim gerçek göz aydınlığım.”

(Nesâî, işretü’n-nisâ 1; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III/128, 199, 285.)

O’nun (asm) kıldığı namazı, Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatırken: “Öyle kıyamda dururdu ki, sorma gitsin. Öyle rükûa varırdı ki, sorma gitsin ve öyle secde ederdi ki, sorma gitsin!

(Buhârî, teheccüd 16; Müslim, müsafirîn 125.)

der ve Allah Resûlü’nün (asm) kıldığı namazın güzelliğini anlatmadaki acziyetini bu ifadelerle dile getirirdi.

O (asm), namazında kulluğunu o denli derin temsil ediyordu ki neredeyse ürperip ağlamadığı namaz yok gibiydi. Sahabe, namaz kılarken O’nun (asm) sinesinin değirmen taşının ses çıkardığı gibi ses çıkardığını söylemektedir.

(Ebû Davud, salât 161; Nesâî, sehv 18.)

İçinde dönen boyunduruklar ve kulluğun o ağır mükellefiyetleri O’nu (asm) kaynayan bir kazana çeviriyordu. Elbette ki bu hâl, O’nun (asm) en yüksek seviyede, kulluğunu ifa edebilme gayretinden ileri geliyordu.

Uzun Gece Namazları

Efendimizin (asm) gece namazlarında kıyamda uzun sureler okuduğu, rüku ve secdeleri de uzun tuttuğu, âyetlerin derin anlamları üzerinde düşündüğü, namazların peşinden duâlar yaptığı, Allah Teâlâ’yı zikrettiği, bol bol tövbe ve istiğfar ettiği de gelen rivâyetlerden anlaşılmaktadır.

İbn Mesud (radıyallâhu anh) diyor ki:

Bir gün Allah Resûlü’yle beraber gece namazı kılmaya azmettim. Geceyi O’nunla geçirecek ve O’nun yaptığı ibadeti ben de yapacaktım. Namaza durdu, ben de durdum. Fakat bir türlü rükûa gitmiyordu. Bakara sûresini bitirdi, “Şimdi rükûa gider.” dedim; fakat O, devam etti; sonra Âl-i İmrân’ı, sonra da Nisâ sûresini okudu ve ardından rükûa vardı. Namaz esnasında o kadar yoruldum ki, bir ara aklıma kötü düşünceler geldi.

(Bu kötü düşünce ne olabilirdi? İlk anda acaba Hz. Süleyman (aleyhisselâm) gibi Allah Resûlü’nü kıyamda iken vefat etti mi zannetti, diye akla gelebilir.) Onun için dinleyenler arasından biri sordu:“Ne düşünmüştün?” İbn Mesud (radıyallâhu anh):

“Namazı bozup, O’nu namazıyla baş başa bırakmayı düşünmüştüm.”

(Buhârî, teheccüd 9; Müslim, müsafirîn 204.)

Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:

“Bir gece uyandığımda, Allah Resûlü’nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimali geldi. El yordamıyla etrafı yokladım. Elim ayağına dokundu. O zaman Allah Resûlü’nün namaz kılmakta olduğunu anladım.. başı secdedeydi. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle yakarıyordu:”

“Allah’ım! Senin gazabından senin rızana sığınırım. İkabından affına sığınırım. Allah’ım! Başka değil, senden yine sana sığınırım. (Celâlinden cemaline, gazabından rahmetine, azamet ve heybetinden, şefkat ve re’fetine sığınırım.) Zâtını senâ ettiğin ölçüde, seni senâ etmekten âciz olduğumu itiraf ederim.”

(Müslim, salât 221-222; Ebû Dâvûd, salât 148.)

“Senin komşuluğun, yakınlığın, azizliktir. (Sana mücavir olan, aziz olmuştur.) Senin senâ ve övülmen, yücedir. Senin ordun mağlup edilemez. Sen vaadettiğin şeyde, vaadinden dönmezsin. Senden başka ilâh, senden başka mâbud da yoktur.”

(Tirmizî, daavât 90; Ebû Dâvûd, edeb 97; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, X /124.)

Hazreti Ebû Zerr’i (radıyallâhu anh) anlatıyor:

“Bir gece sabaha kadar namaz kıldı. (Dua âyetleri geldiğinde, o duaları ısrarla tekrar eden Allah Resûlü, namazını saygı, huşû ve ibadet mozayiği hâline getirirdi. Nafile namazlarında, secdede, rükûda, kıyamda okuduğu çeşitli ve çok uzun dualar vardır. O gün sabaha kadar: “Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, yine şüphe yok ki sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” âyetini  [Maide, 5/118.] okudu ve ağladı.”

(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V /149.)

O (asm), namaza bir türlü doyma bilmiyor, âdeta hiç doyum noktasına varamıyordu.

Abdullah b. Amr da şu hâdiseyi naklediyor:

“Allah’ım, muhakkak onlar insanların çoğunu saptırmıştır. Kim bana tâbi olursa bendendir. Kim de isyan ederse, Gafûr sensin, Rahîm sensin.” [İbrahim, 14/36.]

Oruçla Bütünleşen Peygamber

O’nun (asm) ibadeti, bir bütünlük arz ediyordu. Namazı en mükemmel şekliyle eda ederken, başka bir ibadet çeşidi olan meselâ orucu da ihmal etmiyordu. Haftanın bir iki gününü mutlaka oruçlu geçiriyor; hatta bazen de o kadar uzun süre oruç tutuyordu ki, sanki hiç iftar etmiyor zannedilirdi.

(Ebû Dâvûd, savm 53; Tirmizî, savm 43; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II/91.)

Bazen da işi fıtrî seyrinde bırakır ve herkes gibi iftar ederdi. Ancak oruçlu olduğu günler, diğerlerine kıyasla daha çoktu.

(Buhârî, savm 53; Müslim, sıyâm 178.)

O (asm), zaman zaman savm-ı visâl yapardı. Yani hiç iftar etmeden birkaç gün üst üste oruç tutardı. Sahabe O’nun (asm) orucuna özenir ve O’nu (asm) taklit etmek isterlerdi ama, bu çok zordu. Bir defasında, Ramazan’ın son günleriydi ki, Efendimiz (asm) savm-ı visâle niyetlenmişti. Sahabe de aynı şekilde niyet ettiler. Ancak, oruç birkaç gün uzayınca, hepsinin dermanı kesildi. Bereket bayram gelmiş ve herkes sevinmişti. Zira, bayram, bir gün daha gecikmiş olsaydı, âdeta hepsi dökülecekti. Allah Resûlü (asm), onların bu durumunu görünce tebessüm buyurdu ve

“Eğer bayramın gelmesi gecikseydi, ben yine oruca devam edecektim.”

dedi. Ardından da kendisinin güç yetirdiği bu ibadete, onların gücünün yetmeyeceğini söyledi.

“Çünkü Allah bana, sizin anlamayacağınız tarzda yedirir, içirir.” buyurdu.

(Buhârî, savm 49; Müslim, savm 59.)

Bilhassa, Ramazan ayının son günlerinde Allah Resûlü (asm), bütün gününü ibadetle geçirirdi.

(Buhârî, leyletu’l-kadr 5; Müslim, i’tikaf 7.)

Özellikle son on gününü itikafla geçirir ve dünya ile olan bütün irtibatını kesip adeta melek gibi bir hal alırdı.

Yazın en şiddetli günlerinde de Allah Resûlü (asm) oruç tutardı. Birçok muharebede O (asm), hep oruç tutmuştu. Hele bazen harp öyle şiddetlenirdi ki, bunlardan biri itibarıyla kendisiyle beraber Abdullah b. Revâha’dan (radıyallâhu anh) başka oruç tutan kalmamıştı.

(Müslim, sıyâm 108-109; Ebû Davud, sıyâm 45.)

O (asm),

“Oruç, insanı günaha karşı koruyan bir zırhtır.”

(Buhârî, savm 2; tevhid 35; Müslim, sıyâm 162-163.)

demişti. Ve bu zırhın en sağlamını da kendisi giymiş ve korunmuştu.

Aşırılıklardan Uzak

İbadetlerle ilgili olarak kişilerin ibadet etme gayretiyle ağır yükler altına girmemesini, kendi uygulamaları dışında yanlış ibadet alışkanlıklarına tevessül edilmemesi gerektiğini belirtmiştir. Bu çerçevede adeta ruhbanlık anlayışına kapı aralayacak girişimlere engel olmuştur.

Örneğin, ashâb-ı kirâmdan üç kişi, bir gün Sevgili Peygamberimiz’in (asm) ibâdetini öğrenmek için muhterem vâlidelerimize soru sormuşlardı. Onlar da gördüklerini anlattılar. Efendimiz’in (asm) îtidâl üzere yapmış olduğu ibâdetlerini az gören bu kimseler kendi kendilerine:

“Allâh’ın Rasûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır.” dediler. İçlerinden biri:

“Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım.” dedi. Bir diğeri:

“Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim.” dedi. Üçüncü sahâbî de:

 “Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla ve kat’a evlenmeyeceğim.” diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz (asm) onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi:

“Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allâh’a yemin ederim ki ben, sizin Allâh’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben, bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Şunu iyi biliniz ki, benim sünnetimden yüz çeviren kimse, benden değildir.”

(Buhârî, Nikâh, 1.)

Ben Kullardan Bir Kulum!

Hz. Peygamber (asm), Allah Teâlâ’nın eşsiz lütuflarına mazhar olmasına rağmen mütevazı bir kul olmayı, Allah’ın kulu olarak anılmayı tercih etmiş ve bunu pek çok vesilelerle dile getirmiştir.

“Acemlerin birbirlerini ta’zim ederek ayağa kalktıkları gibi benim için ayağa kalkmayın. Çünkü ben kulun yediği gibi yemek yiyen, kulun oturduğu gibi oturan bir kulum.”

buyurması, ondan bahsederken sahabelerin, “Merkebe binerdi, arkasına adam bindirirdi, yoksulları ziyaret ederdi, fakirlerin yanına otururdu, kölenin davetine icabet ederdi, sahabelerin arasında oturduklarında kimseyi rahatsız etmeden mecliste boş bulduğu yere otururlardı.” şeklinde ifadeler kullanması onun tevâzuuna işaret etmektedir.

(Ebû Dâvud, Edeb 152)

Dünya İle Benim Ne Alakam Olabilir?

Dünyada bir misafir gibi yaşamıştı. Vefat ettiği zaman da bile arkasındakilere dünya malı namına birşey bırakamamıştı. Çünkü dünyanın asıl mahiyetini bilmiş, buranın bir misafirhane olduğu şuuruyla yaşamıştı.

 

Her Anı Dua Ve Zikir Olan Peygamber

Yüzlerce insan, Efendimiz’in (asm) dualarını bir araya getirip, dua kitapları hazırlamışlardır. Bu eserlere bakanlar göreceklerdir ki, duada dahi Allah Resûlü’ne (asm) ulaşmak mümkün değildir. Sanki O (asm), hayatının her ânını dua ile geçirmiş gibidir. Bir insan, başka hiçbir iş yapmasa ve sadece dua etse, onun bir ömrü dolduran duası, ancak Allah Resûlü’nden (asm) bize ulaşan dualar kadar olabilir. Allah Resûlü (asm), dualarını hayatının içine paylaştırmış ve hep bu nurdan kristaller üzerinde yürümüştür. Dua, O’nun (asm) dudaklarından eksik olmayan virdi, gönlünde tütüp duran âh u efgânıydı. O (asm), bir an dahi duasız olmamış, dudaklarını ıslatan bu kevser dolu kadeh, hiçbir zaman elinden düşmemişti. Aksiyon adamıydı, muhakeme insanıydı; fakat ibadet ve duada da eşi-menendi yoktu.

Eşsiz bir tevâzû örneği sergileyen Peygamberimiz (asm), geçmiş ve gelecek bütün günahları affedildiği halde istiğfar etmekten de geri durmamış, gerek bağışlanma dilemede ve gerekse tövbe etmede ümmetine öncülük vazifesini bihakkın ifa etmiştir. Onun (asm) tövbe ve istiğfarı, günahlar için olmayıp, Rabbine kulluğunun bir göstergesi ve ümmetine örnekliğinin uygulamadaki yansıması olsa gerektir.

Abdurrahman b. Avf (r.a) anlatıyor:

“Bir defasında Peygamberimiz (asm), evinden çıktı, kendi özel odasına doğru yönelip içeri girdi. Kıbleye karşı durarak secdeye vardı. Secdesini o kadar uzattı ki öldü sandım. Hemen yanına yaklaşıp oturdum. Başını kaldırdı ve:“Kimsin?” diye sordu.“Abdurrahman.” dedim.“Ne istiyorsun?” “Yâ Rasûlallah, öyle bir secde yaptın ki Allah ruhunu kabzetti diye endişe duydum.” dedim. Rasûlullah:

“Cibril bana gelerek Allah’ın şöyle buyurduğunu müjdeledi: ‘Kim sana salavat getirirse ben de ona rahmet ederim. Kim sana selâm verirse ben de ona selâmet dilerim.’ Ben de şükretmek için Allah’ın huzurunda secdeye kapandım.” buyurdu.”

(Ahmed bin Hanbel, II/334)

Hazreti Aişe validemiz (r.anha) anlatıyor:

Rasûlullah (asm) sık sık ‘Estağfirullahe ve etûbu ileyh.’ derdi.

(Buhârî, Ezân 123, 139; Müslim, Salât 218-220.)

Huzeyfe (r.a) anlatıyor:

“Resûlullah’a (asm) dilimin keskinliğinden yakınarak ‘Ey Allah’ın Resûlü, çoluk-çocuğuma karşı acı bir dilim var, beni ateşe sokacağından korkuyorum.’ dedim.Rasûlullah:

“Niye istiğfar etmiyorsun? Gerçek şu ki ben her gün yüz defa istiğfar ediyorum.” buyurdu.”

(Ebû Nuaym.)

Beni Hûd Sûresi İhtiyarlattı!

Hz. Peygamber (asm),“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” [Hûd, 11/112; Şûrâ, 42/15.] âyetlerinin gereğini yerine getirme husûsunda çok gayret sarf etmiş, “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı.” buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de kendisine hitaben ifade edilen tüm emirleri yerine getirmede ve bütün nehiylerden kaçınmada Hz. Peygamber (asm), son derece titiz davranmıştır.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Allah Rasûlü’ne (asm) sorar:

“Yâ Rasûlallah! Saçınızda ak görüyorum. Birdenbire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?” Ve İki Cihan Serveri (asm) cevap verir:

“Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât sûreleri ihtiyarlattı.”

(Tirmizî, Tefsir 57.)

Hûd suresinde O’na (asm):

“Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol!..” [Hûd, 11/112.] denmişti.

Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk’ın, Habîbi (asm) için çizdiği doğruluktu. Ve O’ndan (asm), bu çizginin korunması isteniyordu. Mürselât, cennet ve cehennemin, zümre zümre ayrıldığını, insanların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Rasûlü’nü (asm) dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/13/peygamberimizin-kullugu/feed/ 0 1075
Nurundandır tüm nurlarr https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/12/nurundandir-tum-nurlarr/ https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/12/nurundandir-tum-nurlarr/#comments Thu, 12 Nov 2015 12:52:23 +0000 http://www.cennetinbahcesi.com/?p=1063 Kur’ân ve sünnet¸ bizlere varlığın yaratılış seyri ve evreleri hakkında bilgiler vermiştir. Biz bu yazımızda Nur-ı Muhammedî hakkındaki rivayetler üzerinde duracağız. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ben yaratılışta peygamberlerin ilki¸ gönderilişte sonuncusuyum.”[1]

Varlığı Varlıkların Özü

İslâm âlimleri bu konuda şu açıklamaları yapmışlardır: Rasûlullah Efendimiz varlıkların özü¸ aslı ve çekirdeği olmuştur.[2] İlâhi nur ve feyz onun üzerinden diğer varlıklara intikal etmiştir.[3] Şerefli ruhu ve bedeniyle bütün âlemlere rahmet olmuştur.[4] Mübarek ismi Levh-i Mahfuz’da peygamberlerin ilki olarak yazılmıştır.

İmam Rabbanî (k.s.)¸ Mektûbât isimli eserinde Allah Rasûlü (s.a.v.) hakkında çok güzel bilgiler vermiştir. Özetle der ki: “Allah Rasûlü (s.a.v.) kâinatta Yüce Allah’ın muhabbet tecellisidir. Âlemin yaratılış sebebi bu ilâhî sevgidir. Yüce Allah cemali ve celaliyle bilinmek istemiş ve bunun için mahlûkatı yaratmıştır. Varlıkların yaratılışında sadece sevgi vardır. Bu sevgiye ilk mazhar olan da en sevgilidir. Yüce Allah’a varlıklar içinde en sevgili olanı habibi Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. O ilâhî takdirde ilk sırayı aldığı gibi¸ varlık âlemindeki tecellide de ilk sırayı almıştır. Onun nuru bütün varlıklardan önce yaratılmıştır. Ayrıca bu nur ve o yüce ruh¸ bütün peygamberlerin¸ velîlerin ve mü’minlerin; nur¸ marifet¸ ilim¸ sevgi ve feyz kaynağıdır. Onun aracılığı olmadan kimseye bir nur¸ marifet¸ ilim¸ sevgi ve feyz gelmez. Bütün peygamberler onun ümmeti olmaktan ve kendisine tabi olmaktan şeref duyarlar. Zaten ahirette hepsi onun sancağı altında toplanacaktır. Yüce Allah onu seçmiş ve kendisini bütün âlemlere rahmet olarak yaratmıştır. Allah büyük lütuf sahibidir; onu dilediğine verir.”[5]


İlk Yaratılışın Sırrı

Molla Aliyyü’l-Kârî(k.s.)¸ peygamberler içinde ilk olarak Allah Rasûlü’nün  (s.a.v.) ruhunun yaratıldığını belirttikten sonra ayrıca şunları ekler: “Bu hadiste¸ Allah Rasûlü’nün zerreler âleminde ilk olarak yaratılması yahut ilâhî takdirle Levh-i Mahfuz’a ilk olarak yazılması veya meleklere ilk olarak gözükmesi de kastedilmiş olabilir.”[6] Diğer hadislerde şöyle buyurulmuştur: “Âdem henüz yaratılış çamuru içinde yoğrulmakta iken¸ ben Allah katında peygamberlerin sonuncusu olarak takdir edilmiştim.”[7] “Âdem ruhu ile cesedi arasında iken ben peygamber olarak yazılmıştım.”[8] Cafer-i Sadık (k.s.) demiştir ki: “Allahu Teâlâ her şeyden önce Hz. Muhammed (s.a.v.)’in nurunu yaratmıştır. Allahu Teâlâ’nın birliğini ilk ikrar eden onun nuru ve ruhudur. Allahu Teâlâ Kalem’e ilk olarak ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Rasûlullah’ yazdırmıştır.”[9] Bu işin hakikatini ancak Yüce Yaratan ve ilâhî nur ve bilgi ile kendisini desteklediği kimseler bilir. Yüce Allah Rasûlullah (s.a.v.)’i bu sıfatıyla hazırlamış¸ onu lütuflarına gark etmiş¸ ismini Arş’a yazmış¸ kendisini bütün meleklere ve âleme tanıtmış ve böylece katındaki şeref ve kıymetini göstermiştir. Rasûlullah (s.a.v.)Efendimiz o zamanda bu sıfat ve hakikatiyle mevcuttu¸ şerefli bedeniyle daha sonra gelmesi buna mani değildir.”[10] Mustafa Takî Efendi’ye göre¸ Peygamberimizin mübarek ruhları binlerce perdelerde binlerce yıl kalarak olgunluğa erişmiş[11]¸ bu perdelerden sonra şu deryalara daldırılmıştır: Şefaat¸ Nasihat¸ Şükür¸ Sabır¸ Sehavet¸ Yakîn¸ Hâl¸ Kanaat ve Muhabbet. Muhabbet deryasında 700 makam vardır ve bu makamlardan bazıları şunlardır: Tevhid¸ marifet¸ iman¸ İslâm¸ havf¸ recâ şükür¸ sabır¸ hudû¸ inayet¸ haşyet¸ heybet¸ hürriyet¸ kanaat¸ tevfiz¸ irâdet ve muhabbet.[12] Peygamberin ruhunun bu serüveni ile ilgili olarak Aziz Mahmûd Hüdâyî de şunları söylemektedir: “Rivâyet edilir ki¸ Allah kendi nurundan bir parça aldı. Daha gökler¸ yer¸ arş¸ Kürsî¸ cennet ve cehennem yaratılmadan 324 bin sene önce; o nurdan Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in nurunu yarattı. Dünyada göründüğü gibi onun için ruhânî bir şekil var etti.”[13] Bu olaylardan sonra beyaz bir kuş şeklinde dört bin sene rahmet deryasına daldırılmış ve bu dalıştan sonra kendisinden yüz yirmi bin damla dökülmüştür ki bu damlalar nebi ve peygamberlerin zuhuruna sebep olmuştur.[14] Daha sonra mahlukâtı yaratmak istediğinde Allahu Teâlâ Peygamberimizin nurunu dört parçaya ayırmış¸ ilk parçasından “Kalem”¸ ikincisinden “Levh”¸ üçüncüsünden “Arş” yaratılmış ve dördüncü parça tekrar dört parçaya ayrılarak ilkinden “Hamele-i Arş”¸ ikincisinden “Kürs üçüncüsünden “Melekleri” yaratarak dördüncü kısmını yine dörde ayırmış ve ilkinden “Semâvât”¸ ikincisinden “Yerler”¸ üçüncüsünden “Cennet ve Cehennemi” yarattıktan sonra bu dördüncü parçayı da dörde ayırmış ve ilkinden “mü’minlerin gözlerinin nurunu”¸ ikincisinden “kalplerin nurunu-Marifetullah”¸ üçüncüsünden “lisanları” yaratmıştır.[15]Bütün bunlardan sonra Allahu Teâlâ Hazretleri: “Ya Muhammed! İzzet ve celalim hakkı için sen olmasa idin yerleri ve gökleri yaratmazdım” buyurmuştur.[16] Ve bütün ruhları yarattıktan sonra “Elestübi-rabbiküm”[17] hitabında bulunmuş önce bu hitaba Hazreti Peygamber (s.a.v.)’in ruhu “Belâ” şeklinde cevap vermiştir.[18] Allame İbn Receb Hanbelî (k.s.)¸ Rasûlullah (s.a.v.)’in ruhu ile âlemi şereflendirmesi hakkında der ki: “Rasûlullah (s.a.v.)¸ Hz. Âdem yaratılmadan önce kendisine peygamberliğin verildiğini haber vermiştir.  Bu durum ilâhî ilimde olan bu hükmün Levh-i Mahfuz’a yazılmasından sonra üçüncü mertebede gerçekleşmiştir. Bu mertebe¸ saadetli ruhunun yaratılması ve varlık âlemine intikal etmesidir. Böylece onun peygamberliği kesinleşmiş ve başlamıştır. Hiç şüphesiz insanın yaratılmasındaki asıl maksat¸ Cenab-ı Allah’ın habibi Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. O¸ insanlığın özü¸ çekirdeği¸ en seçkini ve varlık âlemine intikalinin en güzel vasıtasıdır.”[19] İmam Abdülgani Nablusî (k.s.) der ki: “Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) herkese fayda verir; bütün peygamberlerin ruhları¸ âriflerin ve salihlerin kalpleri¸ elde ettikleri ilimleri¸ ilâhî hikmetleri¸ rabbanî marifetleri ve Melekût Âlemi’nin sırlarını Rasûlullah(s.a.v.) Efendimiz’in ruhundan alırlar. Bunun için ona¸ ‘Ruhların Babası’ denir. Yukarıda saydığımız bütün ilimler onun ilminden¸ hikmet ve marifetinden alınmadır. Yüce Allah Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’i zatı ile insanlar arasında bir geçit ve tecelli mahalli yapmıştır. Bunun için Hz. Âdem (a.s.) Rasûlullah Efendimiz’le Mirac’ta karşılaşınca ona; ‘Ey vücuduyla evladım¸ maneviyatıyla babam olan (varlık âlemine geliş sebebim olan) zat’ demiştir.”[20]

Âlemlere Rahmet Nuru

“Allah nurunu âleme yaymıştır. Bu nuru alma yolu¸ âlemlere rahmet olan Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’dir. Kim kalbini ona çevirir ve onun kalp aynasında parlayan nura yönelirse¸ yöneliş derecesine göre o nurla kalbi aydınlanır. Bazıları ondan imanın suretini alır; dünyada küfürden¸ ahirette ateşten kurtulur. Bazı kalpler ondan farklı derecelerde imanın hakikatini alır¸ kâmil insan olur. Bazı insanlar da ondan hiç nur alamaz¸ küfür içinde kalır¸ sapıtır.”[21]O nurdan bolca nasiplenen kâmiller¸ yeryüzünde nurun taşıyıcısı olurlar. Bu konuda Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Allahu Teâlâ’nın yeryüzündeki insanlar içinde feyz ve nur kapları vardır. Rabbinizin kapları salih kullarının kalpleridir. Bu kalplerin O’na en sevgili olanları da en yumuşak ve en ince olanlarıdır.”[22]

İmam Büsurî Hazretleri¸ Kaside-i Bürde adlı meşhur eserinde¸ âlemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz’i tanıtırken¸ şöyle der: Hz. Muhammed (s.a.v.) yaratılmış bir beşerdir; fakat Allah’ın yarattığı bütün varlıkların en hayırlısıdır. Hz. Muhammed (s.a.v.) fazilette bir güneştir; diğer peygamberler ise onun yanında birer yıldız gibidir¸ ondan aldıkları ışığı karanlıklarda insanlara yansıtmaktadırlar.”

İbn Hacer-i Heytemî (k.s.):”Bütün peygamberler ışıklarını Hz. Muhammed (s.a.v.)’den alırlar¸ çünkü o hepsinin en büyük sultanı¸ övülmeyi hak eden en şerefli reisi ve en yüce imamıdır.”[23] Takî Efendi¸ “Nûr-i Muhammedî” şeklinde adlandırdığı nûrun erkekler vâsıtasıyla nesilden nesile aktarıldığını¸ son olarak babası Abdullah ve nihâyet anneleri Âmine Hatun’da ortaya çıktığını ve doğum hâdisesi ile de bu nûrun şuhûd âlemine teşrif ettiğini ifade eder.

Beyaz bir kuş kanatlarını nûr-ı Muhammedînin üzerine eğmiş¸ üç gün meleklerin ziyaret etmesinden sonra insanların ziyaretine müsaade edilmiştir.[24]Doğum anında Âmine Hatun Şam’ın saraylarını¸ üç alemin doğu¸ batı ve Kâbe’nin damına dikildiğini görmüştür.  “Şifa Hatun” doğum esnasında şahit olduğu şu olayı anlatır: “Hazreti Peygamber (s.a.v.) aksırınca; “Elhamdülillâhi Kesîran” dedi. Bunun üzerinde gizli bir ses; “Yerhamüke Rabbüke” dedi ve evin içerisi nur ile doldu. Fatma bint Abdullah’ın nakli şu şekildedir: “O doğduğu vakit bütün ev nurla doldu¸ yıldızların yaklaştığını gördüm¸ neredeyse üzerime düşecekler sandım. Doğum sırasında Hazreti Âmine’den bütün evi aydınlatan bir nûr çıktı¸ o kadar ki o nurdan başka bir şey göremez oldum.”[25] Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in dünyaya gelir gelmez ilk işi¸ yaratıcı olan Allah’a ibadet ve ümmetlerinin affı için yalvarmak olmuştur. Allahu Teâlâ’ya “Celâlü Rabbî’-r-rafîı” cümlesini söylemiştir. Bir bulut zuhur etmiş ve Hazreti Peygamber (s.a.v.)’i semalara çıkarmış¸ gizli bir ses şöyle nida etmiştir: “Peygamberin ziyaretini insanlardan gizleyin.”[26] Daha sonra Peygamber sırasıyla Âdem’in safveti¸ Nuh’un rif’ati¸ İbrahim’in hilleti¸ İsmail’in lisanı¸ Yusuf’un cemâli¸ Yakup’un beşâreti¸ Davut’un savtını¸ Eyüp’ün sabrını¸ Yahya’nın zühdünü¸ İsa’nın keremi ile ilgili makamların gezdirildiğini ve bunların hepsinin Peygamberimize verilmesinin emredildiğini söyler. Bu olaydan sonra kendisine “Nübüvvet¸ nusret ve izzet” anahtarlarının verildiğini belirtir.[27]

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) maneviyat âleminin güneşidir. Bu güneşin ışığı süreklidir; O¸ dünyada olduğu gibi ahirette de en parlak şekilde nur vermeye¸ ışık saçmaya devam edecektir. Çünkü o bütün âlemlere rahmet olarak yaratılmıştır. Bu rahmet¸ bizim için gönderilmiştir; şükür ki¸ bizler ümmet olarak onun payına düştük; buna razı olalım¸ sevinelim¸ bu rahmeti tanımaya ve ışığıyla aydınlanmaya bakalım…

[1]Taberî¸ Câmiu’l-Beyân¸ 19/23; Beyhakî¸ Delâilü’n-Nübüvve¸ 1/42.
[2]İbn Acibe¸ el-Bahru’l-Medîd fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Mecid¸ 6/34.
[3]Nebhânî¸ Cevâhirü’l-Bihâr fî Fedâili’n-Nebiyyi’l-Muhtâr¸ 3/376-377.
[4]Bursevî¸ Rûhu’l-Beyân¸ 5/630; Nebhânî¸ Cevâhiru’l-Bihâr¸ 3/34¸ 376¸ 377.
[5]İmam Rabbanî¸ Mektubat¸ 121. Mektup.
[6]Aliyyü’l-Kârî¸ Şehü’ş-Şif⸠1/109.
[7]Hakim¸ Müstedrek¸ 2/453; Ahmed bin Hambel¸ Müsned¸ 4/127¸ 128;
[8]İbnHıbban¸ Sahih¸ no: 6404; el-Muttakî¸ Kenzü’l-Ummâl¸ no: 32114.
[9]İbnu Acibe¸ el-Bahrü’l-Medid¸ 7/38.
[10]Şâmî¸ Sübülü’l-Hüd⸠181; Nebhânî¸ Hüccetullahiale’l-Âlemin¸ 1/41
[11] Mustafa Takî¸ “Tarih-i Nur-i Muhammedî¸ Tarih1″¸ s.12.
[12]Takî¸ “Târîh 1″¸ s.14.
[13]Aziz MahmudHüdâyî¸ “Hülâsatü’l-Ahbâr I”¸ Hazırlayan: Mustafa Özdemir¸ (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) İst.1994¸ s.45.
[14]Takî¸ “Târîh 1″¸ s.15.
[15]Takî¸ “Târîh 1″¸ s.116-17.
[16]Takî¸ “Târîh 1″¸ s.18.
[17]46/Ahkâf¸ 34.
[18]Takî¸ “Târîh 1″¸ s.21.
[19]İbnReceb¸ Letâifü’l-Meârif¸ 159-162.
[20]Abdülgani Nablusî¸ Şerhu’s-Salati’l-Meşişiyye¸ (Ataullah İskenderî’nin¸ Unvânü’t-Tevfik fi Âdabi’t-Tarik kitabıyla birlikte) s. 70.
[21]SenâullahMazharî¸ Tefsirü’lMazharî¸ 6/411-412.
[22]EbûNuaym¸ Hilye¸ 6/97; Abdullah b. Ahmed¸ Zevaidü’z-Zühd¸ 153
[23]Heytemî¸ el-Umde fî Şerhi’l-Bürde¸ s. 281-292.
[24]Takî¸ “Târîh 8″¸ s.11.
[25]İbn Sad¸ “et-Tabakât”¸ Beyrut 1960¸ c.I¸ s.150; Taberi¸ “Tarih”¸ c.II¸ s.968.
[26]Takî¸ “Târîh 8″¸ s.20.
[27]Takî¸ “Târîh 8″¸ s.21¸22.

EVLİYA RÜYÂLARINDA HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)

“Hz. Peygamber (s.a.v.)¸ kendisi ile ilgili rüyâlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Sizden kim beni rüyâsında görse¸ bilsin ki o gerçekten beni görmüştür; çünkü şeytan benim sûretime giremez.”

Son hastalığı sırasında¸ “Ümmetime nübüvvetten sonra sadece mübeşşirat kalmıştır.” diyen Peygamberimiz (s.a.v.)¸ mübeşşiratı mü’minlerin göreceği sâdık rüyâlar olarak tanımlamıştır.[1] Hz. Peygamber (s.a.v.)¸ kendisi ile ilgili rüyâlar hakkında ise şöyle buyurmuştur: “Sizden kim beni rüyâsında görse¸ bilsin ki o gerçekten beni görmüştür; çünkü şeytan benim sûretime giremez.”[2] Demek oluyor ki şeytan¸ bazı hallerde başkalarının sûretine girerek¸ rüyâ sahiplerini aldatabilir. Ancak şeytan¸ Peygamberimiz (s.a.v.)’in sûretine giremeyeceği için¸ onunla (s.a.v.) ilgili rüyâlar¸ mutlak anlamda sâdık rüyâlardır. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’i rüyâda görmek¸ hayır olması hasebiyle hakkı¸ hakîkati¸ gerçeği ve doğruyu görmek anlamına gelir.[3] Hayatlarını Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetini ihyâ etmekle geçiren sûfîlerin hemen hepsi¸ ömürlerinde en az bir kez rüyâlarında Peygamberimiz (s.a.v.)’i görmüşlerdir. Peygamberimiz (s.a.v.)’le ilgili sâdık rüyâların bir kısmı ileriye dönük müjdeler-haberler¸ bir kısmı da doğru bilgiler veya uyarılar ihtivâ eder. Bazı örnekler vermek adına şimdi sûfîlerimizin gördükleri Peygamber rüyâlarına bir seyahât edelim.

Hz. Ebû Sâlih bin Abdullah’ın Peygamber Rüyâsı

Abdülkâdir-i Geylânî Hazretlerinin babası Hz. Ebû Sâlih bin Abdullah¸ 60 yaşında iken henüz oğlu doğmadan önce¸ rüyâsında bir yerde toplanmış olan Peygamberimiz (s.a.v.)’i¸ ashâb-ı kirâmı ve evliyâyı gördü. Peygamberimiz (s.a.v.) ona; “Ya Ebâ Sâlih! Allahu Teâlâ bu gece sana çok kâmil bir erkek evlâdı ihsân etti. O benim evlâdımdan¸ soyumdandır. Onun derecesi ve şânı başkalarından çok üstün ve yüksek olacak.” buyurarak müjdeledi. Uykusundan heyecanla uyanan Hz. Ebû Sâlih¸ kalbinde sevinç duydu ve hicrî 470 yılının sabahında eşi¸ Abdülkâdir ismini koydukları bir erkek evlat dünyaya getirdi.[4]

Hz. Ebû Hâzım Mekkî’nin Peygamber Rüyâsı

Büyüklerden bir zât Hz. Ebû Hâzım ile yaşadığı bir hâtırasını şöyle nakletmiştir: “Hacca gitmek üzere yola çıkmıştım. Bağdat’a varınca tâbiînin büyüklerinden olan Hz. Ebû Hâzım’a gittim. Onu uyur halde bulunca uyanana kadar bekledim. Uyanınca bana dönerek şöyle dedi: ‘Şu anda rüyâmda Rasûlullah (s.a.v.)’ı gördüm. Benimle sana şu haberi gönderdi. Peygamberimiz (s.a.v.)¸ ‘Annenin hakkını gözetmen¸ senin için hac yapmaktan daha iyidir. Geri dön ve onun rızâsını kazan.’ buyurdu.” Bu rüyâ üzerine o büyük zât¸ Mekke’ye gitmekten vazgeçmiş ve annesine bakmak üzere evine geri dönmüş.[5]

Hz. Bişr-i Hafî’nin Peygamber Rüyâsı

Bir keresinde Hz. Bişr-i Hafî¸ rüyâsında gördüğü Rasûlullah (s.a.v.) kendisine şu suâli sormuş: “Hiç bilir misin ki¸ Hak Teâlâ akranın arasından niçin seni seçip dereceni yüceltmiştir?” Büyük bir mahçûbiyetle Hz. Bişr-i Hafî¸ “Hayır¸ bilmiyorum ya Rasûlallah!” diye cevap vermiş. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: “Çünkü sen sünnetime tâbi oldun¸ Sâlihlere saygı gösterdin¸ kardeşlere öğüt verdin ve ashâbımı ve ehl-i beytimi sevdin. Bu yüzden seni iyiler makâmına terfî ettirdim.”[6]

Hz. Ebû Bekir Kettânî’nin Peygamber Rüyâsı

Kendi ifadesiyle elli bir kez Peygamberimiz (s.a.v.)’i rüyâsında gören Hz. Ebû Bekir Kettânî¸ Hz. Ali hakkında içinden şöyle düşünüyordu: “Keşke Hz. Ali¸ halifelik hakkından ferâgat etseydi de¸ bunca kan akmasaydı. Peygamberimiz (s.a.v.)¸ onun hakkında¸ “Hz. Ali’den başka yiğit yoktur.” buyurmuşlardır. Gerçi¸ Hz. Ali hak¸ Hz. Muâviye bâtıl üzereydi¸ Esasen yiğitliğin gereği de işi Hz. Muâviye’ye bırakmaktı.” Bundan dolayı Hz. Ali’ye karşı biraz soğukluk beslemişti. Şimdi ise Hz. Kettânî’yi dinleyelim: “Mekke’de Safâ ve Merve arasında bir evim vardı. Bir gece Hz. Muhammed (s.a.v.)’i rüyâmda gördüm. Ashâbıyla birlikte gelmişlerdi. Beni yanına çağırdı. Hz. Ebû Bekir’i işâret ederek¸ “Bu kimdir?” dedi. Ben ismini söyledim. Sonra Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a işaret ederek aynı soruyu sordu. Ben her defasında isimlerini söyledim. Sonra Hz. Ali’yi gösterdi ve “Bu kimdir?” dedi. Ona karşı kalbimdeki soğukluk ve kırgınlık sebebiyle utandım. Hz. Peygamber (s.a.v.)¸ beni bunun üzerine Hz. Ali ile kardeş yaptı. Biz de bunun üzerine kucaklaştık. Sonra onlar gittiler¸ ben mü’minlerin emiri Hz. Ali ile baş başa kaldım. Ebû Kubeys Tepesi’ne çıktık ve oradan Kâbe’yi seyrettik. Uyandığımda Hz. Ali’ye karşı soğukluk ve kırgınlıktan bir zerre kalmamıştı.”[7]

Hz. Ebû Abdullah Muhammed Bin Hafîf’in Peygamber Rüyâsı

Hz. Ebû Abdullah Muhammed¸ gördüğü bir olay üzerine gördüğü rüyâyı şöyle anlatmıştır: “Bir kere Rum diyârındaydım. Bir gün sahrâya çıktım¸ hayâlet gibi (ölmüş) bir rahip getirip yaktılar¸ külünü körlerin gözlerine koydular¸ Yüce Allah’ın kudretiyle hepsi de görür hâle geldi¸ külü yiyen hastalar da şifa buldular. ‘Bâtıl üzere olmalarına rağmen ne bu hâl?’ diye şaşırmıştım. O akşam rüyâmda gördüğüm Hz. Muhammed (s.a.v.)’e¸ ‘Ya Rasûlallah! Bu ne hâl?’ dedim. O (s.a.v.) da cevâben ‘Bu¸ bâtıl üzere olmasına rağmen sıdkın ve riyâzetin eseridir. Bir de Hak üzere bulunsaydı nasıl olurdu?’ buyurdular.”[8]

Hz. Ebû Muhammed Cerîrî’in Peygamber Rüyâsı

Bir kere dergâha yalınayak ve saçları uzamış bir derviş gelmiş¸ abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra başını yakasına sokmuş. O gece halîfe¸ dergâhtaki dervişleri davet etmiş. Hz. Ebû Muhammed Cerîrî¸ misafirin yanına vararak¸ “Dervişlere uyarak¸ davete katılmak ister misin?” demiş. Başını kaldıran misafir derviş ise şöyle cevap vermiş: “Halîfeye gitmeyi arzulamıyorum. Ama bir bulamaç aşı isterim. Eğer emrederseniz ne âl⸠yoksa sen bilirsin.” Hz. Ebû Muhammed Cerîrî¸ dervişlere uymayıp şahsî bir arzu ileri sürdüğü için¸ misafire pek iltifat etmemiş. Hz. Ebû Muhammed Cerîrî¸ akşam gördüğü rüyâsını ise şöyle anlatır: “Uyuduğumda rüyâmda yanında iki yaşlı ve peşinde birçok kişi olduğu halde Rasûlullah (s.a.v.)’in geldiğini gördüm. ‘Şu iki ihtiyar kim?’ diye sorunca¸ ‘Biri İbrahim Halil¸ öbürü Musa Kelim ve yüz binlerce nebî!’ cevabını aldım. Hemen ileri atılarak selâm verdim. Ama o bana hiç yüz vermedi. ‘Ben ne yaptım ki mübârek yüzünü benden çeviriyorsun¸ ya Rasûlallah?’ dedim. ‘Dostlarımdan biri bulamaç aşı istedi¸ sen ise cimrilik yaparak vermedin.’ dedi. Derhal ağlayarak uykudan uyandım. Dergâhtan kulağıma bir ses geldi. Ola ki misafir derviş gider diye düşündüm. Sonra yanına vardım ve ‘Ey Aziz! O arzunu tatmin edebilmen için lütfen biraz bekle.’ deyince tekrar başını önüne eğerek gülümsedi ve ‘Bir kimse bir arzusunun tatmin edebilmesini senden isteyecek¸ ama sen yüz yirmi bin nebî şefâat etmedikçe onun arzusunu tatmin etmeyeceksin.’ dedi ve çıkıp gitti. Çok aradıysam da bir daha onu göremedim.”[9] ]]> https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/12/nurundandir-tum-nurlarr/feed/ 1 1063 Peygamberlerin en üstünü https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/06/peygamberlerin-en-ustunu/ https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/06/peygamberlerin-en-ustunu/#comments Fri, 06 Nov 2015 15:58:08 +0000 http://www.cennetinbahcesi.com/?p=910

Peygamberlerin en üstünü
Peygamber efendimiz, Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Allahü teâlânın yarattığı varlıkların en şereflisi Muhammed aleyhisselâmdır. Her şey O’nun hürmetine yaratıldı. O, Allahü teâlânın resûlü, son peygamberidir. Allahü teâlâ bütün peygamberlerine ismiyle hitâb ettiği hâlde, O’na “Habîbim” (sevgilim) diyerek hitâb etmiştir. Nitekim Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde: “Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!” buyurdu. Bütün mahlûkâtı O’nun şerefine yaratmıştır. Allahü teâlâ kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için çeşitli kavimlere zaman zaman peygamberler göndermiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinlere gönderdi. Bunun için Peygamberimize “Hâtem-ün-nebiyyîn” ve “Hâtem-ül-Enbiyâ” denilmiştir.

Her peygamber, kendi zamânında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselâm ise, her zamanda, her memlekette, yâni dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse hiçbir bakımdan O’nun üstünde değildir. Allahü teâlâ her şeyden önce Muhammed aleyhisselâmın nûrunu yarattı. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Câbir radıyallahü anh; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ her şeyden evvel neyi yaratmıştır, bana söyler misin?” deyince, Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Her şeyden evvel senin peygamberinin yâni benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman ne Levh, ne Kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ’ (gökyüzü), ne arz (yeryüzü), ne güneş, ne ay, ne insan, ne de cin vardı.” Âdem aleyhisselâm yaratılınca Arş-ı a’lâda nûr ile yazılmış “Ahmed” ismini gördü. “Yâ Rabbi! Bu nûr nedir?” diye sorunca Allahü teâlâ; “Bu, ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed olan senin zürriyetinden bir peygamberin nûrûdur. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım.” buyurdu. Âdem aleyhisselâm yaratılınca alnına Muhammed aleyhisselâmın nûru kondu ve o nûr onun alnında parlamaya başladı. Âdem aleyhisselâmdan îtibâren babadan oğula intikal ederek asıl sâhibi Muhammed aleyhisselâma ulaştı.

Muhammed aleyhisselâm hicretten 53 sene evvel Rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha karşı, Mekke’de doğdu. Târihçiler, bu günün Mîlâdi takvime göre, 20 Nisan 571 tarihine rastladığını söylüyor. Doğmadan birkaç ay önce babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber efendimize Dürr-i Yetîm (yetimlerin incisi) lâkâbı da verilmiştir. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in yanında kaldı. Dedesi de vefât edince, amcası Ebû Tâlib O’nu yanına aldı. Yirmi beş yaşındayken Hadîcet-ül Kübrâ ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Bundan dolayı Peygamberimize Ebü’l-Kâsım yâni Kâsım’ın babası da denildi. Araplarda böyle künye ile anılmak âdetti. Kırk yaşında, bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmağa başladı. Elli iki yaşında mîrac vukû buldu. 622 yılında 53 yaşında olduğu hâlde, Mekke’den Medîne’ye hicret etti. Yirmi yedi defâ muhârebe yaptı. 632 (H. 11) senesinde rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi günü öğleden evvel 63 yaşında vefât etti.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/06/peygamberlerin-en-ustunu/feed/ 1 910
Nihat Hatipoğlu – Resülullah’ın Son 13 Günü https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/06/nihat-hatipoglu-resulullahin-son-13-gunu/ https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/06/nihat-hatipoglu-resulullahin-son-13-gunu/#comments Fri, 06 Nov 2015 15:54:11 +0000 http://www.cennetinbahcesi.com/?p=908  

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/06/nihat-hatipoglu-resulullahin-son-13-gunu/feed/ 1 908
İnanç https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/06/inanc/ https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/06/inanc/#comments Fri, 06 Nov 2015 00:15:18 +0000 http://demo.kafalog.com/?p=834 Allah’a İman

Ergenlik çağına gelmiş, aklı olan her erkek ve kadına ilk önce farz olan, Allah’ı bilmek ve O’na inanmaktır.

Allah vardır. O’nun varlığını anlamak ve bilmek için kendimize, kâinata ve kâinattaki yaratılış inceliklerine ve her şeyin yerli yerine konduğuna bakmak yeterlidir.

Evrende, (kâinatta) hiç bir şey kendiliğinden olmuş değildir. Mutlaka onu yapan ve ona şekil veren bilisi vardır. Giydiğimiz elbise, kullandığımız eşya ve içinde oturduğumuz ev, bindiğimiz vasıta, bütün bunların bir ustası ve yapanı vardır. Bunun gibi bizi. bütün canlıları, kâinatı ve kâinattaki akıllara durgunluk veren bu düzeni elbette bir yapan ve yaratan vardır. İşte O. Allah’tır. Bizi yaratan ve yaşatan O’dur. Öldürecek ve tekrar diriltecek olan da yine O’dur. Bu sebeple bizim için ilk görev, O yüce yaratıcıyı tanımak ve O’na inanmaktır.

Allah, vardır ve birdir. O’ndan başka tanrı yoktur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buy urul maktadır:

ميحرلا نمحرلا وه إلا هلا إل  دحاو هلا مكهلاو

“İlâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, Rahman’dır, Rahimdir.”( Bakara: 163)

Kâinattaki ahenk ve düzen, tabiattaki kanunların birbirine uygunluğu. Allah’ın birliğine. O’nun hiç bir surette eşi ve dengi bulunmadığına açık bir delildir.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor

نوفصي امع شرعلا بر هللا ناحبسف ا تدسفل هللا إلا ةهلا امهيف ناك ول

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki, Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (Enbiya :22)

Allah’ın Sıfatları

Allaha iman ,onun sıfatlarını bilmeye bağlıdır.O ,ancak sıfatlarıyla bilinir ve tanınır. Çünkü Allah’ın zatını anlayıp kavramamız mümkün değildir. Zaten Allah, bununla da bizi yükümlü tutmamıştır.

Allah’ın sıfatları, zatî ve subûtî olmak üzere iki kısımdır. Bunların altısı zatî sıfatlar, sekizi de subûtî sıfatlardır ki. toplamı I4’dür.

Zatî Sıfatlar: Vücud. Kıdem. Bekâ. Vahdaniyet, Muhâlefetü’n li’l-havâdis, kıyam binefsihi. Subûtî Sıfatlar: Hayat. îlim. Semi’. Basar. İrâde, Kudret, Kelâm ve Tekvin’dir.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2015/11/06/inanc/feed/ 1 834